Geçen hafta sosyal medyada hararetli bir tartışma vardı: 29 Ekim’de hizmete açılması planlanan İstanbul’un 3’üncü havalimanının adı ne olmalı? Eskisi gibi yenisinin de adının Atatürk olması için imza kampanyası yapanlar vardı, Abdülhamit Han, Fatih Sultan Mehmet veya Recep Tayyip Erdoğan olmasını öneren anketler ve kullanıcılar da bolcaydı.
Henüz isim tartışması bir yere varmamıştı ki havalimanı inşaatında çalışan binlerce işçi 14 Eylül günü hepimizin kalbinde ve bilincinde ses getiren bir direnişe başladı. Direnişin taleplerine bakarak şantiyedeki çalışma koşullarının ne denli insanlık dışı olduğunu anlamak mümkün: “”Yatakhane, lavabo, banyo temizlikleri düzenli yapılsın, tahtakurusu sorunu çözülsün, yataklar değişsin, 6 aydır maaşları yatırılmayan işçilere ödeme yapılsın, servis sorunu çözülsün, maaşlar elden verilmesin, işçi sağlığı iş güvenliği önlemleri alınsın…”
Sıralanan taleplerin yaşamsallığının bizde yarattığı sarsıntıyı bir an için bırakalım ve havalimanı ismi “kavgası”na dönelim. Türkiye’de siyasal taraflar karşıtlıklarını tarihsel olgular ve simgelerle her fırsatta yeniden üretiliyor. Atatürk’ün adının silindiği ya da verilmediği her durumda AKP’nin Cumhuriyet’in değerlerine düşman olduğu çıkarımını yapan geniş bir kesim var. Öte yandan Osmanlı tarihinden isimlere itiraz edenlere AKP’nin yanıtı da “bu milletin değerleriyle barışamadılar” oluyor.
Anlayacağınız, her iki cephe de kitleler nezdinde kendini ölüler sayesinde diri tutabiliyor. İşin ilginci Adı Atatürk mü olsun, padişahlardan biri mi olsun diye çarpışan onların destekçisi on binler de ölüm ve sömürü üzerine yükselen, havalimanının “en kıymetlilerinin” adıyla kutsanmasında sakınca görmüyor.
Zira havalimanında yaşananlar yeni ve bilinmedik sorunlar değil. Burada çalışan bir kamyon şoförü şantiyeyi 12 Şubat 2018’de Cumhuriyet gazetesinde şu sözlerle anlatmıştı: “Zincirlikuyu’dan sonra İstanbul’un en büyük mezarlığı burası diye düşünüyorum.” 3’üncü havalimanı çalışmalarına Mayıs 2015’te başladı. 31 bin işçinin çalıştığı 3.5 milyon metrekarelik akıl almaz büyüklükte bir inşaat alanı. İnşaatın 29 Ekim 2018’e yetişmesi hedefi, iş baskısının artmasına, iş cinayeti ve kazalarının son derece sık yaşanmasına neden oluyor. Geçen şubatta meclise sunulan bir önergede havalimanında 2.5 yılda 400’den fazla işçinin hayatını kaybettiği iddiası gündeme getirilmişti. Burada örgütlü sendikalar, çalışan işçi beyanları ve şantiyeden gelen bilgiler günde 3-4 iş kazasının vakai adliyeden sayıldığı, gün aşırı ölümlü kaza olduğu yönünde. Şantiyedeki gayri insani koşullar işin başka bir boyutu. İşçi barınaklarının yaşanmazlığı, yemeklerin kötü olması, şantiyede verilen servis ve sağlık gibi hizmetlerin her bakımdan yetersizliği de son derece yakıcı ve büyük sorunlar. Havalimanı inşaatı için Kuzey Ormanları’nda 3 milyona yakın ağacın kesilmiş olması da işin doğa katliamı boyutu.
Bu gerçekler öylece ortada dururken yaşayanlar diyarının yoksulluk ve sömürü sorununu görmezden gelmek isteyenler ölüler diyarından ruhlar çağırarak bir illüzyon yaratıyor. Yazık ki bu ruh çağırma seansına sosyal medyada kamusal alanda katılan yüz binler de siyaseti bu ölülere sahip çıkmak sanıyor. Ama işçi sınıfı mezardaki ölüler yerine kanıyla canıyla teriyle ortada öylece duran emeğin varlığını göstererek “değerler” demogojisini bir günde yere çalabilecek kadar kudretli. Siyaseti “millet/cumhuriyet değerleri” lafıyla asıl toplumsal çatışma ve çelişkileri örterek icra edenlerin karşısında “emeğin değerini” kendine pusula eden sendikalar, kitle örgütleri ve siyasi hareketler oldukça ölüm karşısında yaşamı, riya karşısında emeğin hakkını savunan bir başka yolu açmamız mümkün. Bu vesileyle “Selam, yaratana bin selam…”