İham Bakır
Doğunun geleneğinde anlatı, Batı’dakinden oldukça farklı bir zihniyeti yansıtır. Batı kültürü, temsil özelliğini doğrudan temsil edilen nesneye olan gerçekliğe bağlar. Gerçekliğin mükemmel temsili ve perspektif olgusu, bireyin Batı kültüründe merkezi bir figür haline geldiğinin görsel ifadesidir. John Berger bunu ‘Görme Biçimleri’ adlı kitabında ayrıntılarıyla açıklar. Berger’e göre Batı sanat anlayışında görüntü, bireyin dünyayı nasıl gördüğünün bir kaydıdır ve bu görüntü, bireyin gözünü görünen nesneler dünyasının ‘merkezi’ yapacak şekilde üretilmektedir. Bir başka deyişle, Batı, imge dünyasında perspektif, çerçeve içinde bireyin formüle edilişinden başka bir şey değildir. Doğu anlatı dünyasında ise anlatma, anlam kurma, öyküleme gözün gördüğüne paralel, perspektifsel, orantılı bir düzleme sahip değildir. Çatışma, karakter gelişimi, kurgu ve akış asimetrik ve amorftur.
Anlatı yapılanmasıyla toplumsal kültür arasında yakın bağlar olduğu, özgün anlatı grameri oluşturmak isteyen her toplumun kendi kültürünün anlatı geleneklerine uygun biçimleri yaratma çabasının peşinde koşması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Filmsel anlatılar da diğer anlatılar gibi ‘öykü/olay örgüsü’ ve ‘söylem’ olarak iki ana eksenden oluşur. Öykü, olaylar, kişiler ve çevresel özellikleri kapsarken; söylem, bu öykünün ifade ediliş biçimi olarak tasarlanır. Bir başka deyişle söylem, anlatının dinamiğini, yani, kurmaca dünyanın mantığını oluşturan olay örgüsü, zaman-mekân kullanımı ve bunun yanında ‘aydınlatma’dan çekim ölçeklerine, oyunculuktan müziğe kadar tüm sinematografik tekniklerin kullanılış arzını da içeren bir yapıyı temsil eder.
Kürt Sineması’nın üzerinde sözü edilmeye değer yapıtlar üretememesinin temelinde, Kürt toplumunun sömürgeci devletlerle kurdukları ‘çift gerçekli’ bir zihin dünyasında yaşamasının yattığı söylenebilir. Kürt toplumunun sosyo-kültürel yapısı bu sömürgeci devletlere benzemediğine ve bir ‘toptan sömürgeleşme’ de mümkün olamayacağına göre Kürt Sineması’ndaki biçim-içerik uyuşmazlığının nedeni, bu ‘çift gerçekli’ zihin dünyasının getirdiklerinde aranabilir. Özellikle filmini kendi halk gerçekliğini anlatmak, kendi halkına anlatmak yerine sömürgeci sanat merkezleri için film piyasası ve festivalleri için üretiyor olmak bu durumu besleyen en temel nedendir. Bir sinemacının ürettiği filmi elinden geldiğince fazla sayıda insana ulaştırmaya çalışması elbette anlaşılabilir bir şeydir. Festivaller de özellikle bağımsız film yapımcıları için seyirciye ulaşmanın en önemli ve geniş yollarından birisidir. Yine bir filmin ödül almasını beklemek, ödüllendirilmesini istemek de son derece anlaşılır bir şeydir bir film üreticisi için. Bir filmin aldığı ödüller, hem filmin yaratıcı ekibini motive edecek hem de yeni yapacağı filmler için kaynak oluşturmada, yeni fonlara ulaşmada referans olacağı için önemlidir. Fakat gönül isterdi ki filmlerin birbiriyle yarıştığı değil, filmlerin birbiriyle dayanıştığı bir festival ve film paylaşım sistemi olsun. Ancak mevcut festival ve ödül sistemleri kapitalist piyasa mantığı içerisinde yıkıcı bir rekabet sistemi içerisinde işletilmektedir. Bu yüzden bu sisteme ne kadar az yakasını kaptırırsa bir sinemacı, bu o kadar iyidir. Sinemacı yakasını ödül ve festival cenderesine kaptırdıkça anlatmak istedikleri bu piyasanın isteklerine, siparişlerine göre şekil almaktadır.
Pek çok uluslararası ve Türkiye’deki festivallerden ödül alan son dönem Kürt Sineması anlatılarında da aynı sorunun varlığı kendini hissettirmektedir. Ödül ve festival çarkının yönlendirmesi ile bu filmlerde yönetmen açısından ‘ne’yin anlatılacağı sorun olmaktan çıkmış, ‘nasıl’ anlatılacağı sorun olmaya başlamıştır. Fakat anlatının tözü olan özü, esas almayan, ihmal eden bir biçim arayışının söyleyebileceği yeni bir söz yoktur. Bu anlayışla üretilen birçok filmde biçim ile içeriğin buluştuğu net bir zemin bulunmaması sebebiyle içeriğin boşalması, anlatıda biçimsel oyunları öne çıkaran, hoşça vakit geçirten fakat sonuçta bir şey anlatmayan bir anlatıyla karşı karşıya bırakıyor bizi.
Festival ödül çarkının motivasyonu, yönlendirmesi ve ihtiyaçları doğrultusunda zihne yerleşen bir üretim anlayışı, film yaratıcısının bulunduğu zemini doğru yorumlamaması, kendi gerçekliğinden kopması ve kendi kültürüne yabancılaşması sonucunu doğuran bir film dünyasını egemen kılacaktır.