Murat Türk*
Kuşların ruhunu, uçmanın dilini bilen çok az insan vardır. Tesadüfen birbirlerini bulduklarında, ezeldendir kalplerinde uyuyan o kadim aşk birdenbire uyanıverir. Onlar kırk yıllık dost, bin yıllık aşık gibi tanırlar birbirlerini. Ansızın içlerinde kopan fırtınayla bir iletişim kurarlar ki onlar sanki birbirlerini doğurmuş, beslemiş, büyütmüş ve hayata salmışlardır. Kalplerinde bir ağaç vardır onların kendiliğinden büyüyen. Buluştuklarında fırtına kopar, ağaç eğilir ve birbirlerine ışıklı yapraklar gönderirler.
O kuşlar çok nadir bulunan cins kuşlardandır. Ve bu insanlar da tıpkı o cins kuşlar gibi bir “tür”dürler aslında. Talih yüz binde bir, milyonda bir gülümsemiştir onlara. Zamanın ve hayatın onlara bahşettiği bu yürek inceliğinin farkında mıdırlar, bu narin armağanı nasıl değerlendirirler, meçhul kalır. Oysa doğanın evrensel pozitif kodları onların kimyasal bileşenlerinde toplanmıştır. Nereye gitseler, nerede görülseler de aynıdırlar; ama bu iki ezeli dostun birbirlerini bulmaları çok nadir yaşanır. Olur ya, aramaktan yorulmuşsunuzdur belki, birden bir kuş gelir, tam da karşınızda, ölüm mesafesinde durur. Ya da bir de bakmışsınız ki, o telaşlı tedirgin kuş bir omza konmuş, bir avuçta yem yiyor, su içiyordur.
Aşk, ölüm mesafesinde kurulur.
Kuş kendisinden emindir ama sizi yokluyordur. Acaba siz O musunuz, aradığı kişi misiniz? Küçük bir davranışınızdan, bir jestinizden, ses tonunuzdan, gözlerinizdeki ışıktan tanır sizi. En çok da gözlerinizdeki ateşe bakar, seslenmenizi bekler. Nasıl baktığınız ve ses tonunuz, onun sizi anlamasına yeterlidir. Hiç değiştirmeye kalkmayın, kendinize incelik katmaya çalışmayın. Onların kalbine aşkın diliyle gidilir. Aşk, hakiki bir özdür. Biçim, örtü, görüntü kaldırmaz. Aşk, her neyse öyle bir özdür, başka bir şey olamaz.
Biri gelip diğerine tesadüf etmiş ise ölüm mesafesi aşılmış, temel sağlam atılmıştır. Bundan sonrası artık inşa sürecidir. Öyle bir ilişki gelişir ki aralarında, o kuş insan mıdır, o insan acaba kuş mudur, şaşırır, karıştırır, sonunda tıkanır kalırsınız. O kuş, sadece insan gibi konuşamıyordur. O insan ise sadece kanatlardan yoksundur. Bu buluşma, o sağlam temel üzerinden eksik yanların doğru tamamlanmasıyla göklere doğru yükselmeye başladığında bir damar da derinlere doğru kök salar, toprakta indikçe kökleşir, gövdelenir, göklere yükselişi yapraklanarak görkemli gelişir.
Siz işte öyle bir ağaçsınız o kuşa göre. Ne güzel bir aşktır bir kuşa ağaç olabilmek. Aşk, ölüm mesafesinde yuva olmaktır birbirine. Ölüm mesafesinde hayat olmaktır. Ölüm mesafesinde can vermektir ölüme. Başka da bir şey değil; aşk, ölüm mesafesini aşmaktır.
Uçmakla koşmak birbirine benzer.
Uçan bir kuşun kalbi, koşma halindeki bir insanın kalbi gibi hızla atar. Çünkü insan uçamadığı için koşuyordur. Avucunuza konan bir kuşun kalbine kulağınızı dayadığınızda evrenin uğultusunu, gezegenlerin devinimini işitirsiniz. Anlamak, sevmek, birbirini böyle güzel duymakla başlar. Yeter ki, fark edelim. Fark ettiğimiz her ayrıntıda biraz da kendimiz varız. Her görmek, çünkü biraz da kendine özgüdür. Dışarıya bakarken içimize de bakıyoruzdur. Dışarıdaki içimiz ilgimizi daha da çok çeker. Fark etmek tam da bununla alakalıdır. İçimizi dışarıya taşıyan her görüntüye odaklanmamız, inceleme çabamız, anlama arzumuz bundandır. Bakmanın kendine yolculuk halidir bu. Hayattaki en muhteşem heyecanları kendi ruhumuzun seyyahlığında yaşarız. Bir gözümüz mikroskop gibi zerrelere, ayrıntıları odaklanır; bir gözümüz teleskop olur uzaklara götürür bizi, ufukları avucumuza getirir.
Yükseklerde dolaşan kuşlara olan merakımız, derinlik tutkumuzdandır. Yeraltının derinliği yüzeyseldir. İnsan, yüzeyselliği sevemez. Derinliği görmek fakat yüzeyde durmak düzey kaybettirir. Derinliklere en iyi dalanlar, uçmayı en çok sevenlerdir. Derinlik boğucu değildir. Yaşam olanaklarımızı çoğaltır, biraz nefesimizi tıkar belki fakat derinlik ferahlatır, serin tutar ateşimizi.
Ateş bizi uçuran en ince kanatlardır. Ateşi ve yıldızları tutkuyla sevmemizin nedenleri var. Dağların doruklarında, vadilerin kör noktalarında, zindanların karanlığında ateşe sarılışlarımız nedendir? Yıldızlara kanatlanmasından mıdır alevlerin? Her ateşte, bir an sonra görünmeyen her alevde sayısız kuşlar uçururuz yıldızlara… Rüzgâr, küllerle örtülü köze vurduğunda yıldızları serer önümüze. Ateşin başında durduğumuzda yıldızlar bize nar atar. Başımıza nar gibi kızıl, ışıl ışıl yıldızlar yağar. Siz yıldızlara uçar, evrenin boyutsuz bir noktasında özgürlüğü yaşarsınız.
Ateşe yürüyenleri çok severiz.
Ve zaman karardığında, tarih kapandığında, talih köreldiğinde ateşe sarılır, ateşle aydınlanırız. İşte bundan, ateşe yürüyenleri çok severiz. Onların düşü ateş çekimlidir. Bizleri ateşe yürüten bir tarihsel kendiliğindenliktir. Yer çekiminden daha kuvvetlidir ateşin çekimi. Yönümüzü yitirdiğimizde pusulamız ateş olur.
Ateşin yanında olmak, ateşe dalmak ruhumuzdaki kuşları kanatlandırır. Çünkü ateş yıldızlara ulaştırandır, ateş yıldızlaştırandır. Ateş tarihi kısaltır, an’a getirir. Ateş, hayallerimizi gerçekleştirilebilir kılar. Düşlerimizi şimdiki an’da yaşatır.
Işık, ışık olmadan önce ateşti. Işık, hızını ateşten aldı. Zamanı kalbinden anlatan, en kadim bilgedir ateş. Özgürlüğün kapısını açmıştır ışığıyla, aydınlığa kavuşturmuştur. Özgürlük arayışı ateşten anahtar, ateşten kanatlar taşımaktır. Özgürlük, aydınlanarak aydınlatmaktır.
Dünyanın içindeki ateş gibi, güneşe benzeyen yumurtanın sarısı da ateşin özüdür. Yumurtanın içindeki cevher ana kuşun kalbinden yayılan ısıyla yavruya dönüşür. Ateş, can yaratır. Bir mercimek tanesi kadar olan o sapları aydınlık yumurtanın akıyla beslenir, büyür, ateşle canlanır. Can büyüdükçe sığmaz olur kabuğuna. Yumurtanın içini yoklar, sınırlarını zorlar. Bir çıkış arar bu tecritten, çıkmak için bir çatlak… Ve sonunda çatlatır kanatlarını açarak, yumurtanın kabuğunu kırarak çıkar dışarı. Çıkar ve şaşkın, ürkek, meraklı bakar dünyaya.
İşte, tam da kabuğunu çatlatmadan önce, bir nohuttan biraz daha büyük olan o pembe kuş, yumurtanın artık boğucu bir kafes, bir mezar olacağını hissettiğinde, ilk çığlığını da o anda koparıverir. Yaşam istenci, bu muhteşem ışığı görme sevinci kuşun ilk sesinde öyle güzel, öyle büyüleyici dışa vurur ki… O ses…
Çıkmadan önce, yumurtanın içindeki evrenin bir ucunda “cik cik” diye öten bir kuşun sesini hiç duydunuz mu? Fındık kadar yumurtayı kulağınıza dayayıp beş-on saniye kalbinizi durdururcasına, sağırcasına durup dinlediniz mi hiç?
Duymasaydım, belki anlatmaya çalışırdım.
Duyduğum için, ölüm mesafesine girdim.
Anlatamıyorum…
* Halen Şakran 1 Nolu T Tipi Cezaevi’nde bulunan Murat Türk, bu yazıyı Egit Yalçıner’e ithafen kaleme aldı.