Gezi’nin Öz yönetim fırsatını kaçırdığını söyleyen Sosyolog Cihan Tuğal, halkın öz örgütlenmesine dikkat çekti: ‘Devrimcilik bir hükümeti devirip onun yerine zorla bir hükümet kurmak değil. Asıl devrimcilik Öz yönetim odakları kurup onları iktidara getirmektir. Gezi’de bunun potansiyeli oluştu. Öz yönetim odaklarının oluşup kurumsallaşabilmesi ihtimali oluştu’
Nezahat Doğan / Pazartesi Söyleşisi
Türkiye’de bundan 9 yıl önce tarihi bir dönemeçten geçildi. Ekoloji ve çevre katliamına tepki göstermek için bir araya gelen insanlar günler sonra polisin şiddeti ve devlet baskısına karşı herkesin ortaklaştığı bir eyleme dönüştürdü Gezi’yi. Çünkü herkesin bir derdi vardı ve o dert kimliksizliği ortaklaştırdı; toplumsal bir muhalefet dinamiğine dönüştürdü. Toplumun her kesiminden baskı gören, ötekileştirilen, kutuplaştırılmaya çalışılan kesim, iktidarın baskıcı politikalarına karşı herkes aynı sesi yükseltti; özgürlük ve demokrasi… Sonuç: iktidar tarafından geziye katılanlar kriminalize edildi; haklarında davalar açıldı, tutuklamalar oldu ve son aşamada geldiğimiz nokta mahkemenin verdiği müebbet hapis ve ağır cezalar…
Sosyolog Cihan Tuğal ile Gezi Davası’ndaki hukuksuz verilen kararı, Gezinin çıkış amacını ve geldiği noktayı, zamanlamasını, muhalefeti ve toplumsal örgütlenmedeki eksiklikleri ve neler olması ve yapılması gerektiğini konuştuk.
* Gezi’nin dinamiği, içeriği neydi? Neden iktidar bu kadar ürküyor? Gezinin neden ve sonuçlarını nasıl okumak lazım?
Birkaç düzine insanın başlattığı Türkiye’de kent, çevre, doğa katliamına karşı protestoydu ve daha sonra bambaşka bir şeye dönüştü Gezi. Birden kent merkezindeki üç beş ağaca saldırılması -maalesef iki tarafta da bu çok yaygın bir ifadeyle- “iki tane ağaç meselesi değil anlamadın mı?”- bu hem muhalefetin söylediği bir şey oldu; sonradan da iktidarın kullandığı bir söyleme dönüştü. Aslında tamda bu iki tane ağacın ne kadar değerli olduğuydu; ilk defa kamuya mal oldu. Tek başına Taksim’deki protesto bu kadar büyük bir şeye dönüşemezdi. Orada polis şiddetinin de çok bariz bir şekilde uygulanması ve ondan birkaç gün önce Erdoğan’ın Beşiktaş’ta ‘kucak kucağa oturan gençler’ vb. gibi Gezicileri aşağılayan ifadeler kullanması, Çarşı’nın alanına müdahale ediliyor olması, aynı dönemde bütün bunlar bir araya geldi. Devlet baskısına, polis baskısına karşı bir duyarlılık oluşuyordu zaten toplumda ve bu iki mesele kesişti.
* Gezi, şiddet nedeniyle mi bu kadar büyüdü?
Evet, ben böyle düşünüyorum ve uzun zamandır da bunu iddia ediyorum. İlk baştaki düzinelerce insanın binlerce on binlerce insana yükselmesine sebep oldu. Fakat on binlerden, yüz binlerden milyonlara çıkarken meseleler iyice çoğullaştı. Hükümet ile her meselesi olan meydana çıkmaya başladı ve bu Erdoğan karşıtı gösteriye dönüştü. Biz belki on binlerde ve yüz binlerdeyken daha net olarak ekolojik ve devlet baskısına karşı iki eksende çok sağlam duran ayaklanma olduğunu söyleyebiliriz. Ama milyonlara çıkınca geniş bir cephe kurulması için vurgulanması gereken meseleler de katıldı işin içine. Önemli bir Alevi katılımı oldu, kendi mahallerinde kalmadılar, kent merkezlerine de yürüdüler, fakat bunun yanında MHP de geldi. Hükümete karşı olan herkes çıktı.
* İlk baştaki çoğullaşmanın daha sonra nereye evirileceği belli olmadı ya da beklenmedi mi?
Olmadı… Burada özellikle gözden kaçan bir noktayı vurgulamak istiyorum; Bu devletin ve hükümetin baskıcı politikalarının sadece baskıya dayanmıyor oluşu… Arkasında geniş bir toplumsal kesimler ittifakının bir rızası da var. Hegemonya dediğimiz şey. Hegemonyada hem zor hem de şiddet ve rıza vardır. 2000’lerden öncesi ve sonrası Türkiye’yi ayıran etmenlerden bir tanesi, baskıcı politikalara ciddi bir toplum desteği ve rızası…
Bunu önceden yaşanmadı anlamında söylemiyorum; çünkü Türkiye’de 12 Eylül de destek gördü. Ya da 1993 ve 1995 yaşanan Kürt savaşı da destek gördü. Fakat AKP’nin hegemonik yapısını bunlardan ayıran bu rızanın çok aktif ve örgütlü bir rıza olması. 12 Eylül çok pasif destekti. Ya da Kürt savaşını tabii azınlıklar vardı çok aktif destekleyen ama çoğunlukla pasif destekti. Fakat AKP baskıcı politikalarına aktif örgütlü bir toplum desteği var. Her yapılan ayaklanma, her yapılan siyaset hangi gerekçelerle başlarsa başlasın iktidar cephesi açısından ‘bu bizim var oluşumuza karşı yapılıyor’ algısı yaratıyor. Sadece Erdoğan değil tabanı da bunu kendi şahsına yapılmış bir saldırı sayıyor. ‘Erdoğan’a yapılmış her saldırı bana saldırıdır’ algısı var. İktidar partisi ve Cumhurbaşkanı ile iliklerine kemiklerine kadar özdeşleşmiş durumda.
İktidar buradan kurulunca bunu sarsmak çok zor. Fakat Gezi’nin ilk günleri bunun imkânını yaratmıştı. Çünkü Türkiye’nin doğası yok edildiğinde bir tek Erdoğancı olmayanların doğası yok edilmiyor herkesinki yok ediliyor. Gezi buna dikkat çekmenin olanaklarını yaratmıştı ve bu eksen oluştu fakat tam siyasetin tanımlayıcı ekseni haline gelemedi hala da gelemiyor.
* Nasıl siyasetin tanımlayıcı eksenine gelemedi?
Asıl soru bu bence. AKP’nin Gezi’den önce 12 senesindeki başarısıyla açıklanabilecek bir durum. Sadece Gezi’ye verdiği tepkiyle değil. Hâlâ aslında o ilk 12 yılda kurduğu hegemonyanın getirilerini yaşıyor. Kendisini destekleyen toplumsal kesimlerle iç içe geçmişlik durumunu Gezi bozamadı.
* Niye bozamadı?
Benim buna iki satırlık bir cevabım yok. İki satıra indirgenecek bir mesele değil. Olsaydı eğer, Gezi’ye katılan tecrübeli, siyasetçi, önder vs. o kadar çok insan vardı ki bunlar zaten ‘evet ayaklanma oldu biz de devamını getiririz’ deyip Türkiye’de her şeyi değiştirirlerdi. Kolay bir şey değil ama niye kolay değil onun cevabı da kolay değil. Gezi niye ekolojik ve polis/devlet karşıtı bir yerden nasıl Erdoğan karşıtı bir yere evirildi ve bu niye Erdoğan’ın ve AK Parti’nin işine yaradı…
* Peki, Erdoğan iktidarının geziyi bu kadar hesaplaşma haline dönüştürmesi, Gezi davasında bu kararları vermesi, neyin gözdağı?
Bence ilk neden çok bariz, kendi kurdukları siyaset eksenlerinin değişecek olmasından korkuyorlar. Ekoloji ve baskı karşıtı yeni bir geniş cephe kurulursa işleri biter, ama zaten bu cephe kurulamıyor ve sürekli bunu baskı altında tutmak ve hesaplaşmak zorundalar. Şunu söyleyeyim, yargılanan kişiler Gezi’yi örgütleyen kişiler değil, çünkü Gezi’yi örgütleyen aşağı yukarı yok gibi. Yüzbinlere ve milyonlara çıkarken kesinlikle örgütleyen yok; herkes kendiliğinden katıldı, yargılananların birçoğu da örgütlemeyle çalışmadı. Belki yargılananlar arasında bir iki kişi var Gezi’ye yeniden yön vermeye çalışan ama bu zaten başarılamadı, başarılamadığı için mahkemede o kararı görüyorlar. Başarılıp örgütlenebilseydi bu iktidar zaten burada olmazdı. Ya da Gezi başarılı bir şekilde örgütlenmiş olsaydı, Türkiye’de mahkeme bu şekilde bir kişiliğe sahip olmaz, iktidarın uzantısı bir mahkemeye dönüşmezdi
* Peki, Gezi ne yaptı; iktidar yanlısı kesimler ne algıladı?
Bu sorunun cevabını çok iyi görmek lazım. Gezi doğa katliamına ve devlet baskısına karşı bir başkaldırıydı. Erdoğan karşıtı bir başkaldırıya dönüştü. Erdoğan karşıtı başkaldırıya dönüşünce de Erdoğan yanlısı kesimler bunu dine ve İslam’a karşı başkaldırı olarak gördüler. Ama bu işin isabetsiz kısmı, çünkü genel tablo bu değildi. İktidarın ve iktidar yanlısı kesimlerin ikinci algısı da geziyi AK Parti’nin kalkınma modeline karşı başkaldırı olarak gördüler. İşte bu kısım isabetli. Ama yine bu oraya giden milyonların aklında olan bir şey değildi, fakat başlatanlar, birkaç düzine insan ve sonradan Taksim Dayanışma, hakikaten AK Parti’nin kalkınma modeline bir başkaldırıyı istiyordu ve bu kısmen yaşandı ama alternatif bir model ortaya konmadan tabii. Demokrasi ve kimlik meselesi olarak anlatılıyor. Hayır! Bu sadece kimlik meselesi değil, bunun bir kalkınma boyutu var. AK Parti’nin kalkınma modeli Gezi’de ciddi bir saldırı aldı ve hala bu saldırı püskürtülüyor. AK Parti taraftarı kesimlerde gerçekten kendi geçimlerini kendi geleceklerini, kalkınma modelinde gördükleri için Gezi’den cidden korkuyorlar ve bunu azımsamamak lazım. Türkiye’de iktidar açısından Gezi her boyutuyla bastırılması gereken bir damar! Onun için bu kadar kin duyuluyor. Örgütçüleri olmamasına rağmen sembolik olarak geziyi temsil eden Mücella Yapıcı gibi kişilerden onun için bu kadar nefret ediliyor.
* Gezi’den sonra sokağa çıkışların önü kesildi. O günden bu yana yaşanan her türlü süreçler de muhalefet ne yaptı?
Bunu birkaç boyutunu tartışmak lazım. Ne resmi muhalefette ne de resmi olmayan muhalefette maalesef bir alternatif çizgi yok. Resmi muhalefetin kaygılarını da anlamak lazım, çünkü sokağa çıkıldıkça Erdoğan’ın arkasındaki kitle de iyice kenetleniyor, silahlanma artıyor ve bir iç savaş ihtimali güçleniyor. Erdoğan’ın etrafındaki özellikle faşizan güçler bir taraftan da Gezi gibi şeyler olmasını istiyorlar.
* Öyle bir dinamik mi var? Resmi muhalefet bu yüzden mi sokağa çıkışların önünü kesiyor?
Evet, resmi muhalefette böyle bir korku var. Haklı bir kaygı ve korku bence. Resmi muhalefete karşı argüman geliştirirken bu kaygıyı da es geçmemek lazım. Şu anda bir iç savaş çıkarsa bunu kimin kazanacağı açık. Sadece polis ve asker değil, milis güçler vs. tamamen Erdoğan’ın tarafında olur. Bu kaygıyı anlamak lazım ama. “Her sokağa çıkışta iç savaşa yol açar” diye bir şey yok sokağa çıkmadan demokrasi gelmez. Özellikle de resmi kurumlar bu kadar kuşatma altına alınmışken ve tek adamın uzantısı haline gelmişken, bir tek seçimle bu yapıların değişmesi mümkün değil. Seçimin her türlü engelleme ve manipülasyonla karşılaşması olasılığına karşı, sokağa kesinlikle bilinçli bir çıkış gerekiyor.
* Gezi davasında kamuoyu nezdinde temsiliyeti güçlü olan kişilerin seçilmesindeki amaç nedir?
Bir Kavala davası olarak anlatılıyor. Gezi davası olarak görülmesi için ancak haberin yarısını okuduktan sonra görebiliyorsunuz başlık Kavala. Olay çok kişiselleştirilmiş bir iki kişiye indirgenmiş durumda. Bu kararların toplumsal dayanakları nedir? Buna dair bir şey yok.
* Peki, buradan ne çıkıyor?
Batı Avrupa ve Amerika için bu bir Kavala meselesi, Gezi meselesi değil, Türkiye de toplumsal muhalefet meselesi değil. Batı basını ve Amerikan Dışişleri Bakanlığı aslında çok net Türk Hükümetine şu mesajı veriyor; “Siz toplumsal muhalefete istediğinizi yapabilirsiniz ama Kavala’ya dokunmayın”. Buna rağmen Erdoğan’ın ve Yeni Şafak Gazetesi’nin Kavala’yı bu kadar vurgulaması şunu gösteriyor; Bu dava kararı sadece muhalefete, Türkiye toplumuna verilmiş bir mesaj değil, aynı zamanda batıya verilmiş bir mesaj.
* Bu mesajın hem içeri hem dışarıya verilmesi, Ukrayna savaşı ve yanı başımızda sınırdaki savaşa denk gelmesi ya da getirilmesi bir rastlantı mı?
Ben Ukrayna savaşı işgaline denk gelmesinin ben rastlantı olduğunu düşünmüyorum. Şu an da hükümet kendini çok güçlü hissediyor dış dengeler açısından.
* Neden güçlendi ne oldu ne değişti?
Çünkü uzun zamandır şunu yapmaya çalışıyordu. Ben ne Rusçuyum, ne Amerikancıyım, ne de Çinciyim kendi ayaklarım üzerinde durup bunların arasında denge siyaseti gözetebilirim dedi ama bunun hukuksal dayanakları çok zayıf. Türkiye orta boylu bir ekonomi, borca dayanan ekonomi, çok fazla gücü yok, askeri var ama bir diplomatik ağırlığı da yok. Ama şimdi bu işgal sırasında Türkiye’nin bir dayanağı oluştu, buradan kendini kurmaya çalışıyor. Şu anda Batı Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamıyor. Çünkü Rusya ile Amerika arasında duran, Ukrayna’da arabuluculuk yapabilecek pek fazla ülke yok. Türkiye bunu yapabilir anlamında söylemiyorum ama başkası da yok. O nedenle böyle bir rolü olan ülkeyi kaybetmek istemiyorlar özellikle de şu dönemde. Birkaç senedir ne Rusya ne Amerika tarafından seviliyorlardı, sıkışmışlardı şimdi ilk defa rahatladılar ve bu rahatlığın verdiği güçle “Ben sizin adamınızı müebbet hapse mahkûm ederim” dedi.
* Ukrayna savaşı, işgali dediniz peki yanı başımızda sınırda olan ne? Bunu nereye oturtacağız?
Putin de yaptığı işgale işgal demiyor. Genelde işgalci güçler, işgallerine işgal demiyor bu anlamda çok şaşırtıcı bir şey yok ama bu ikiyüzlülük olmadığı anlamına gelmiyor. Bu ikiyüzlülük sadece hükümetin ikiyüzlülüğü değil, resmi muhalefetinde ya da resmi muhalefetin dışında kalan muhalefetin bir kısmının da maalesef ikiyüzlülüğü. Putin’in işgaline ses çıkarıp, buradaki bizim operasyonumuza kimse laf edemez. Bu tutarsızlıkla peynir gemisi bir yere kadar yürür ama uzun vadeli bir duruş buradan çıkmaz ve bölgeye bunun bir faydası da olmaz. Biz komşularımız ile barış içinde huzurlu, kalıcı ilişkiler istiyorsak ebette ki toplumsal muhalefetin ilk görevlerinden bir tanesi bu tür operasyonlara karşı çıkmak olmalı. Bunu yapamadığımız ölçüde bir dahaki ayaklanmamızda Kürt hareketini ya yanımızda görürüz ya görmeyiz ya da yarısını görürüz bir kısmını görmeyiz aynen Gezi’de olduğu gibi.
* Gezi’de Kürt hareketi ile ilgili tespitiniz nedir?
Çok özeleştiri yapıldığını düşünmüyorum. Neydi Gezi’nin eksikleri… Bir tanesi net olarak Kürt meselesinin tam çözülememiş olması. Bu tabii tek taraflı bir şey değil, Kürt Hareketi de ben diyemem ki mükemmel bir tavır aldı Gezi döneminde. Almadı bence, onun da özeleştirisi verilmedi. Fakat şu çok önemli: Gezi’nin ilk günleri ve ilk haftalarında Kürt meselesi konusunda zihin berraklığı yaşandı bu resmi olmayan muhalefetin dışının da ötesine geldi. CHP Kemalist vs. kesimlerde biz şunu duyduk “Ya meğerse Kürtler neler yaşıyormuş şimdi anlıyoruz” dedi. Bunu birkaç hafta duyduk ama sonra duymadık. Çok önemliydi orada bir zihinsel ve toplumsal dönüşüm ihtimali belirdi ama bu kalıcılaşmadı. İşte gezinin kurumsallaşamamasının getirdiği şeylerden biri bu oldu ve birkaç ay sonra herkes kendi mecrasına çekildi. AK Parti tabanı kendi kabuğuna kapandıysa, Gezi’yi ilk örgütleyenler kendi tabanıyla kısıtlı kaldıysa, CHP ve Kürt Hareketi de bir anlamda kendi yerine çekildiyse bunun tek istisnası var tabi HDP’nin Türkiyelileşme girişimi… Ama bunun tıkandığını da gördük 2015’ten birkaç yıl sonra. Biraz bunun bedelini ödüyoruz.
* Türkiyelileşme yaşanamadığı için mi Türkiye şu anda bu noktada diyorsunuz?
HDP’nin Türkiyelileşmesi kendi başına olabilecek bir şey değil. O Gezi’den gelen momentumun Kürt hareketiyle birleşmesi, HDP’yi eski HDP olmayan bir noktaya taşırdı. Bunun umudu yaşandı zaten en azından benim okumam bu. HDP’nin Türkiyelileşme girişiminin tarihsel toplumsal dayanağı Gezi ayaklanmasıydı. O günkü momentumdan cesaretle bunun yapısal olanakları ve fırsatları doğduğu için HDP böyle bir şeye kalkışabildi. Ama bu sonradan doğru kullanılamadı ne Kürt Hareketi tarafından ne de Kürt Hareketinin dışında kalan muhalefet tarafından.
* Sizin Gezi ile ilgili bir tespitiniz var. Öz yönetim temelli toplumsal güç odaklı bir ufuk çıkartılabilseydi eğer geziden sonra mahkeme bu kararı almaktan imtina ederdi diyorsunuz…
Birincisi evet böyle bir mahkeme olmazdı. Şu anki bir mahkeme değil hukukla alakası yok Erdoğan’ın uzantısı ve hukuki değil siyasi olarak alınmış bir karar bunu herkes biliyor.
* Yeterince konuşulmayan ne?
Bu siyasi baskıdan dolayı alınan bir karar eğer karşı siyasi baskı olsaydı, mahkeme açısından iki siyasi baskı olurdu. Mahkemenin niteliği aynı olsa bile kararı farklı olurdu. Ama diyelim ki yine aynı hâkim aynı savcı olsaydı, karşı siyasi baskı olması durumunda bu karar bu kadar kolay alınamazdı ya da buna tepki çok farklı olurdu. Resmi muhalefeti yapamadıklarından dolayı suçlayabiliriz ama iğneyi birazda kendimize batırmamız lazım. Burada o milyonların bu karara tepki için dışarda olmamasının nedenlerinden biri de resmi olmayan muhalefetin gezi ruhunu gezi kurumlarına dönüştürememiş olmasıdır.
* Nerede eksik kalındı?
Bunu uzun uzun tartışmamız lazım zaten. Sadece burada bir dilimini konuştuk ve çok derinlikli bakılması gerekir. Gezi hareketi Kürtlere, Kürt Hareketi geziye yeterince açılamadı, yeterince bütünleşemedi; bir nedeni bu ama bambaşka nedenleri de var. Etnik olmayan nedenleri de var o da şu. Gezi günlerinden başlayacak olursak, genel grev diye bir şey ilan edildi ve iki gün sürdü, sendikalar Taksim’e geldi, sendikal eylemler oldu; fakat işyerlerinde bir genel grev yaşanmadı. Aslında biz Gezi’nin şanlı genel grevi diye anlatıyoruz ama yok öyle bir şey. Evet, sosyalist sendikacı ve işçiler geziye katıldı; bu doğru, azımsamıyorum ama işçi sınıfı geziye katılmadı. Bunun karşı yönünde çok argüman olduğunu da biliyorum. “Gezi bir işçi ayaklanması, çok sınıflı bir ayaklanma” dediler. Fakat bunu söylerken şunu es geçiyoruz, işçiler işçi sınıfı olarak katılmadılar oraya, başka kimlikleriyle katıldılar. İş günü kaybı yaşanmadı, iş yerlerine de yansımadı. Gezi sonrasında çok işçi eylemi yaşandı, metal fırtına yaşandı 2015’te ve bugüne gelen süreç de var. O zaman fabrikalarda yaşanıyordu şimdi kuryelerde yaşanıyor. Geleceğin ufku budur artık işçi sınıfının her kesimi yavaş yavaş Türkiye’de eyleme geçecek sadece Türkiye’de değil dünyanın her tarafında görüyoruz. Bunlar sadece ekonomi temelli yaşanıyor siyasi mecraya giremiyor, siyasi ayaklanmalar da ekonomikleşemiyor.
* Peki, burada savaşlar, yoksulluk derinleşen ekonomik krizlere ve ayrıştırmalara karşı sol sosyalist örgütlemeleri, demokratik ittifakı örgütlenmeyi nasıl bir yerde görüyorsunuz? Toplumun beklentilerine nasıl bir asgari programla cevap olunmalı?
Üçüncü bir ekonomi anlayışının oluşturulması lazım. Ne 1980’lerden 2000’lere kadar takip edilen Özal’ın başlattığı politikalar ne de Erdoğancı uygulamalar. Resmi muhalefet buna hapsolduğu ve o dönemi yücelttiği için aslında Türkiye’ye verebileceği hiçbir şey yok ama Üçüncü alternatif de oluşturulamıyor. Her küçük sosyalist partinin kendi programı var ama bu topluma mal olmuş bir şey değil. Bunun bir paragraflık versiyonunun da, yüz sayfalık versiyonunun da çok net ortaya konması lazım. Bir paragraflık versiyon propaganda için, yüz sayfalık da gerçekten uygulamaya geçilebilecek program olabilmesi için ama bunların söylenmesi yetmez. Gezi ruhuyla harmanlanması lazım. Oradaki demokratik, ekolojik taleplerle, savaş karşıtlığıyla, Kürt hareketi boyutunu hiç unutmadan hepsinin ortaklaşması lazım. Ama o program oluşturulurken de bir taraftan Gezicileri, çevrecileri, Kürt hareketini yavaş yavaş artacak olan grevlerle işçi eylemleriyle ortaklaştırmak, aynı potaya getirmek lazım.
* Doğru yol ve amaç ne olmalı? Şimdi ne olmalı?
Sokağa çıkmanın amacı ilk başta Erdoğan’ı göndermek değil. Onlar nasıl Erdoğan’ı kendi kemiklerinde hissediyorlarsa bizde sokağa çıktıkça demokrasiyi kendi kemiklerimizde hissedeceğiz. Sokağın amacı bu: Örgütlenmek. Öz Yönetim kurumlarını kurmak, bu 2013 de forumdu, bugün şu olur demiyorum, bu reçete yazılabilecek bir şey değil. Hareket yaşanır, kendi kurumlarını yaratır ama kurumlar ortaya çıkmaya başladığında işte o zaman sol muhalefetin görevi gündeme geliyor o kurumlarda ısrarcı olmak için. Sol muhalefetin hatası buydu, o kurumlarda ısrarcı olunmadı, dikkat Erdoğan’ı devirmeye kaydı. Bence o dönemde Erdoğan devrilemezdi, ben kendi adıma söyleyeyim benim hedefim o değildi.
* Gezi ruhu, Gezi zihniyeti hala var mı Türkiye’de?
Evet, var. Kaybolmuş değil ama kurumsallaşamamış bir şey. Ben Erdoğan’ı devirmenin gerçekçi bir hedef olduğunu düşünmüyorum. Devrimden kastımız buysa onun tamamen isabetsiz devrimcilik olduğunu düşünüyorum. Devrimden kastımız Öz yönetim kurumlarını oluşturup kalıcı hale getirmekse bunun o dönem için gerçekçi bir hedef olduğunu düşünüyorum. Şu an bu planlanacak bir şey değil. Bizim planlayabileceğimiz şey, bahsettiğim yüz sayfalık ekonomik program ve bunun iki sayfalık versiyonları farklı kesimlere konuşabilmek. Bir dahaki ayaklanmanın ne zaman olabileceğini, bir dahaki grevlerin ne zaman başlayacağını, bir daha Öz yönetim kurumlarının sadece Kürtlerin değil bütün Türkiye’nin ne zaman gündemine geleceğini ve bunun bir ihtiyaç olarak hissedileceğini biz planlayamayız. Ama biz hazırlıklı olursak bu tekrar gündeme geldiğinde bunu kalıcı hale getirmeye kapasitemiz olur. Benim anladığım devrimcilik bu. Devrimcilik bir hükümeti devirip onun yerine zorla bir hükümet kurmak değil. Asıl devrimcilik Öz Yönetim odakları kurup onları iktidara getirmektir. Gezi’de bunun potansiyeli oluştu. Hemen Öz Yönetim odaklarının iktidara gelmesi değil, ama öz yönetim odaklarının oluşup kurumsallaşabilmesi ihtimali oluştu. Halk onları kurar, halk ve sol muhalefet beraber kurumsallaştırır, uzun vadede bunlar iktidara gelebilir ya da gelmeyebilir o ayrı uzun vadeli bir tartışma. Bir ayaklanmanın işi değil. Ama bir ayaklanmadan Öz yönetimin kalıcılaşması çıkabilir gezide kaçırılan fırsat buydu ve bu bir daha olursa o fırsatı kaçırmamamız lazım.
* Beklenti nedir? Umut var mı?
Umut da var, öfke de var, umutsuzluk da var. Tabi hepimiz insanız yer yer umutsuzluğa kapılıyoruz ama umutsuzluğun çok dayanaksız umutsuzluk olduğunu da görmek lazım.
Umutsuzluk bazen şuradan geliyor. İşte seçime gidiyoruz olmuyor, ayaklanıyoruz olmuyor… Olmaz tabii, çünkü sağlam örgütlenmek lazım. Zihin açıklığı, hedef, bir program lazım. Bunlar olmayınca seçimde “kazansak” bile seçimle gelenler yine istedikleri şeyi uygulayabilirler bize istedikleri şeyi söyleyip yarın başka bir şey yapabilirler. Zaten insanlar siyasetten onun için bu kadar nefret ediyor. Mesele sadece ayaklanmak ya da seçime gitmek değil, mesele ben nasıl bir Türkiye istiyorum ya da ben bunun için ve kendi geleceğim için ne yapabilirim. Siyaset buradan tanımlanırsa o zaman ayaklanmanın anlamı da seçimin anlamı da başka bir yere kayıyor. Halkın öz örgütlenmesi kurulabilirse o zaman bütün bu siyasetçiler halka hizmet etmek zorunda kalır.
Halkın örgütlü olduğu bir yerde mahkeme her zaman bunun gölgesinde yaşar. Sadece Sultanın gölgesinde değil, halk örgütlülüklerinin gölgesinde yaşar, onun içinde böyle keyfi kararlar alamaz.
Cihan Tuğal’ın derdi nedir?
Güzel bir soru… Tekrar olacak ama ben halkın öz örgütlülüklerinin kurulmasını ve bu anlamda bir halk iktidarı kurulmasını dert edindim. Halkın kendini sadece elli yılda, on yılda bir ayaklanmalarla ya da beş yılda bir seçim ile sınırlamaması her gün siyasete ve kendi geleceğini kendisi kurmaya müdahil olmasıdır. Derdim demokrasi halkın kendi öz yönetimini kurduğu özgürlük…