Franco Moretti
György Lukács’ın adı günümüzde roman çalışmalarıyla bağlantılı olarak ya 1914-1916 arasında yazdığı Roman Kuramı ya da bunun tam yirmi sene ardından kalem aldığı Tarihsel Roman eseri ile anılır. Buna pekala ya o eser ya diğeri denebilir çünkü iki kitap birbirine taban tabana zıttır. Tarihsel Roman ciddi bir Marksist profesör tarafından yazılmış çok iyi, çok kullanışlı bir kitap iken Roman Kuramı hiçbir yanıyla kullanışlı değildir. Alt başlıkta belirtildiği üzere Roman Kuramı bir ‘girişim’dir (ein Versuch); ancak buna ‘deneme’ demek daha isabetli olacaktır. İronik bir form olarak deneme, Lukács’ın Ruh ve Biçim’de (1911) zaten belirttiği gibi “eleştirmenin yaşamın nihai soruları üzerine konuştuğu” türdür; ancak öyle bir tonda yazılmıştır ki neredeyse yalnızca tabloları ve kitapları ilgilendiren bir mesele gibi anlaşılır bu. Öte yandan, Kuram her romandan bahsedişinde okur kendini adeta kitapların dolaylı kırılımı aracılığıyla çok daha mühim bir mevzunun eşiğinde bulur. Ama nedir bu mevzu? Kuram’ın işaret etmeye çalıştığı nihai soru nedir?
Bu soruya verilebilecek ilk yanıt şu olabilir: Dante ile Cervantes arasında belirsiz bir anda, toplumsal varoluş ‘konvansiyon dünyasına’ dönüşmüştür, ki Lukács bu konvansiyon dünyasının anormalliğini “ikinci doğa” metaforuyla yakalamaya çalışır. Bu Doğadır, zira konvansiyonun “kadiri mutlak gücü,” toplumsal dünyayı, nizamı ancak fiziksel doğanınkiyle kıyaslanabilecek olan “yasalar”a tabi kılar: bunlar -pasajın bu kısmı çok önemlidir- “tanınan fakat anlamsız zorunlulukların cisimleşmesi” olan “istisnasız ve seçimsiz” “katı yasalar”dır.
Anlamsız zorunluluklar: Bunun anlamı, ikinci doğada “anlam”ın yalnızca kaybının akabinde anımsanarak mevcut olmasıdır. Alman kültürünün 1800’lerde teşhisini koyduğu, dünyanın büyüsünün bozulmasıdır bu. Novalis beşinci Geceye Övgüler’inde dünya hâlâ “Tanrıların meskeni” iken şöyle der:
Nehirlerin ve ağaçların
Çiçeklerin ve hayvanların
İnsanca bir anlamı vardı, (Novalis, 2006: 31)
Ama artık “Tanrılar yitip gitmiştir”. Hölderlin’in aynı yıllarda yazdığı Ekmek ve Şarap eserinde dediği gibi onlar şimdi “başka bir dünyada yaşamaktadırlar,” “insani anlam da onlarla beraber kaybolmuştur”. “Yalnız ve yaşamsız/ Durdu doğa”, diye devam eder Novalis:
Demir zincir yüzünden ruhsuzlaşmış
Yasalara dönüşmüştü
Ve kavramlara bölündü.
Toza ve havaya karışırcasına
Ölçüsüz zenginliği
Bin yüzlü yaşamın
Kaçıp gitmişti (Novalis, 2006: 34)
Anlam, yasalar, demir zincir, yaşam, ruh… Novalis’in Roman Kuramı’ndaki varlığı, ki onun da dünyası kuşkusuz “Tanrı tarafından terk edilmiş”tir, aşikardır; ne de olsa ismi kitabın daha ilk paragrafında geçer ve sayfalarca Lukács’ın bahsettiği tek isim olmaya devam eder. Yine de Kuram’da mevcut-namevcut olan “anlam,” ilahilerden (Geceye Övgüler) temel bir ayrımla farklılık gösterir: o (geçmiş) bir ilahi mevcudiyetin değil (geçmiş) bir insan faaliyetinin işaretidir. İkinci doğa “insan-ürünü yapılar”dan oluşur, der Lukács; “insan tarafından insan için yapılmış yapılar”. Pek tabii “anlam karmaşası katı ve yabancı hale gelmiştir” ve hatta hayaletimsi “çoktan ölmüş bir içsellikler mezarı” gibi görünebilir, ancak yine de o içsellikler -o “ruhlar”- tarafından yaratılmıştır ve bu sebeple Novalis’in düşündüğüyle örtüşmez.
Aslında, Lukács’ın “anlam”ının kaynağı Weber’in sosyoloji kuramıdır, bu ise Novalis şiirinden oldukça uzaktır. Kuram’ın ortaya çıktığı Heidelberg yıllarında ciddi bir etki sahibi olan Weber, 1913’te “kavrama” sosyolojisinin ilk teorik açıklamasını yayınlamıştır. “Kavrayış” Ekonomi ve Toplum’un temel kavramıdır, öyle ki sosyolojinin temel nesnesi olan toplumsal “eylem,” sadece ve sadece eyleyen birey veya bireyler ona öznel anlam yükledikçe vardır”; bunun sonucu olarak “öznel olarak yüklenen anlam”ın kavranması sosyolojik bilginin ön koşuludur. Şaşırtıcı bir biçimde, “anlam” Weber sosyolojisinde de romantik estetikte olduğu kadar önemli bir yer tutar.
Toplumsal etkileşimlerin temeli olarak öznel olarak yüklenen anlam. Ancak Roman Kuramı’nın dünyası, zıt bir durumla, yani “anlamın içkinliğinin ampirik yaşama girmesinin reddi”yle karakterize edilir. Weberci bir kategoriyi, yalnızca çözümsüz çelişkilerini göstermek için analizinin merkezine yerleştirir. Kuram, Lukács’ın Weber’den kopuşuna işaret eder, ki muhtemelen Birinci Dünya Savaşı’na dair acı anlaşmazlıkları bu kopuşu hızlandırmıştır. Birkaç yıl sonra, Tarih ve Sınıf Bilinci’nde (1919-1923) yer alan şeyleşme analizi, bu çelişkilerden çıkmak üzere Marksist bir yol sunacaktır; ama 1916’da bu çözüm hala görünürde yoktu ve Weber’in tezinin sorunsallaştırılması salt olumsuz bir niteliğe sahipti: bir yol kapanmıştı, o kadar. Bu bunaltıcı sonuca varan Roman Kuramı; Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri (tableux), Flaubert’in romanları, Manet’nin tabloları, Ibsen’in oyunları ya da Weber’in son derslerinin de dahil olduğu küçük bir başyapıtlar grubuna aittir, bu eserlerde burjuvazinin varoluş koşulları hem kaçınılmazdır hem de iflas etmiştir. Kulağa, genelde, bir sürgün çalışması gibi gelir.
Oldukça basitleştirilmiş haliyle Roman Kuramı temelde bunları söyler. Ancak kitabın “ne” söylediği kadar nasıl söylediği de önemlidir. Açılış cümleleri şöyledir: “Ne mutludur, yıldızlarla kaplı gök yüzünün tüm olası yolların haritası olduğu çağlar- yolları yıldızların ışığıyla aydınlanan çağlar.” Weber asla böyle bir şey yazmazdı. “Uçsuz bucaksızdır dünya, geniştir ama bir yuvayı andırır yine de, çünkü ruhta yanan ateş yıldızlarla aynı özsel doğadandır …. Böylece, ruhun her eylemi bu ikilikle anlam kazanır ve bütünlenir: anlamı -duyusu- eksiksizdir ve duyulara eksiksiz bir bütün sunar.” (Lukács, 2003: 39)
“Ne mutludur o çağlar”… Nasıl bir kitaptır bu? Kuşkusuz, sadece bilgiyle ilgilenen cinsten bir kitap değildir. Kuram’ın sayfalarında, muhakkak olağanüstü kültürlü genç bir yazar tarafından ince ince işlenmiş bolca bilgi mevcuttur. Ancak kitabın konusu bu değildir. Kuram bilginin peşinde değildir, anlamın peşindedir. Üslup üzerinden anlamın peşine düşer.
Denemenin üslubu ise düşünme, duygulardır: kitabın başlangıcındaki “mutluluk”tan sayfa sayfa karşılaştığımız “yurt özlemi”ne, “yorgunluk”a, “çaresizlik”e, “delilik”e değin. Hislerin harareti, “katı ve yabancı” bir hal almış olan dünyadan anlam çıkarır. Yahut daha da iyisi: hislerle kavramların çarpışmasının yarattığı hararet. Novalis ve Weber’in çarpışması. Esrarengiz ve büyüleyici söz ile süssüz, sade pozitif bilginin çarpışması. Kuram’ın temel bölümünde, “her sanat biçimi”, der, “hayatın metafizik uyumsuzluğuyla tanımlanır …. Biçimlerin yaratılması, bir uyumsuzluğun varlığının en derin doğrulanışıdır” (Lukács, 2003: 78-79) Lukács da metafiziksel uyumsuzluğu kitabının temeline yerleştirmiş, sonra da bunu yazım üslubunun muazzam esnekliğiyle çözmeye çalışmıştır. Tarzı Novalis’i ve Weber’i -güzellik ve bilgi- beraber barındırabilir, ki bu tekrarlanmayacak bir mucizedir. Belki de tekrarlanmamalıdır da. Belki de edebiyat teorisinin geleceği, çözüm aramaksızın kendi temel uyumsuzluğunu kabul etmekte yatıyordur.
www.terrabayt.com’dan alına bu yazıyı Şimal Bahat çevirdi, Öznur Karakaş ve Koray Kırmızısakal redakte etti.