Kenan Kırkaya
Türkiye yıllardır aynı felaketleri yaşıyor. Çatışmaların yoğunlaştığı, operasyon ve saldırıların arttığı 2011 yılıydı. Bayram hazırlıkları yapılıyordu. Kazan Vadisi’nde kimi iddialara göre kimyasal silahların da kullanılması sonucu çok sayıda PKK’li hayatını kaybetmişti. Türkiye’nin dört bir tarafına cenazeler gitti. Kürtler bayramı kutlayamadı. Şimdiye kadar benzer şekilde kaç bayram yasa döndü sayısını tutmak bile mümkün değil.
Sevdiklerini, evlatlarını yitiren ailelerin evine zaten bayram hiç uğramıyor, yas havası hiç eksik olmuyor. Cumartesi İnsanları, Barış Anneleri bayramın ne olduğunu unuttu bu ülkede. Asker annelerinin de durumu farksız değil. Bir büyük acının, bitmeyen bir yasın kuşattığı bir ülkede yaşıyoruz. Türkiye bir bayramı daha bu sene daha ağır saldırı, yoksulluk ve çatışma koşullarda karşılıyor. İktidarın Kürdistan Bölgesine yönelik başlattığı saldırıdan hemen her gün ölüm haberleri geliyor. Daha önce gelen ölüm haberlerinin ağırlığı hissedilirdi, hayatını kaybedenlerin aileleri ve duyarlı küçük bir grup dışında artık kimse ölümün ağırlığını da hissetmiyor. Ne yazık ki ölümü bile sıradanlaştırdılar. “Şehitlerimize rahmet”, “Sonuna kadar devam”, “Son terörist” kalıplarının arasında bir bir hayatlar soluyor iki taraftan da. Ölüm sadece savaşla da gelmiyor. Cezaevlerinden hemen her gün tutsaklar hayatını kaybediyor, bir sonraki gün hangi tutsağın cenazesinin cezaevinden çıkacağını bilmiyoruz ve artık adıyla sanıyla muhaliflere karşı idam cezası uygulanıyor. İnsanların hasta edildiği, ölümü terk edildiği o cezaevlerine hemen her gün başka muhalifler dolduruluyor. Bir hafta önce “İkinci Kobanî dalgası” dedikleri operasyonla 58 kişi gözaltına alındı ve sessiz bir kabullenmeyle çoğu tutuklandı. Tutuklananlar arasında 4 yaşında çocuğunu dışarıda yalnız bırakan anne ve babalar var. Kürde karşı yapılan operasyondaki sessizlik diğer muhaliflere yönelik gözaltı ve tutuklama girişimleri için de iktidarı cesaretlendiriyor. Hukuksuzluk yol olmuşsa hemen herkes tehdit altında, bugün bir kesime yönelen saldırı sessiz kalan kesimlere yönelmek üzere yola çıkmıştır bile. Bu hukuksuzlar nerede mayalanıyor, nasıl uygulanıyor? Merak eden varsa bir yılı aşkın bir süredir Sincan’da devam eden Kobanî Kumpas Davasına baksın, demokratik siyaseti tümüyle tasfiye etmeyi amaçlayan HDP kapatma davasına baksın, hemen her gün yapılan ev baskınlarına, sudan sebeplerle yapılan gözaltılara, yeniden sistematik hale getirilen işkencelere baksın. Bütün bunları görmeden bütün bunlara seyirci kalarak “Ama bu nasıl hukuk, bu yargı siyasalmış, iktidar yargı sopasıyla muhalifleri sindirmeye çalışıyor” serzenişinin, “gözyaşlarımı akıtıyorum” hayıflanmasının inandırıcı bir tarafı yok.
Hafta başında, yıllardır süren ve daha önce beraatla sonuçlanan Gezi Davasında ağır cezalar yağdırıldı. Kavala’ya müebbet, 72 yaşındaki Mücella yapıcı ve çok sayıda kişiye 20’e varan cezalar verildi. Üstelik tamamı hakkında tutuklama kararı verilerek cezaevlerine gönderildi. Bu cesareti nereden alıyor kararın altında imzası olan mahkemeler, bu cesareti nereden alıyor bu kararların arkasında duran iktidar? Bu cesareti Kürtlere karşı yıllardır yürüttükleri hukuksuzluğa karşı derin sessizlikten, zımmi onaydan alıyorlar. “Terör” dediklerinde, “bekaa” dediklerinde, “devletin ali çıkarları” dediklerinde akan suların duracağını, sorgusuz sualsiz istedikleri her şeyi yapacaklarına o kadar alışmışlar ki bir itiraz geldiğinde bile şaşırıyorlar. O yüzden Adalet Bakanı çıkıp “Türk mahkemeleri bağımsızdır, talimat almaz” diyebiliyor. Kendileri istediği sonucu alana kadar dosyaları mahkeme mahkeme dolaştırmıyorlarmış gibi, heyetleri istedikleri gibi belirlemiyorlarmış, istedikleri kararları almayan heyetleri en iyi ihtimalle sürgün etmiyorlarmış, aksi yönde çıkar kararları “tanımıyoruz” demiyorlarmış, Anayasa’nın 90’ıncı maddesine göre iç hukuk hükmünde olan AİHM kararlarını alenen hiçe saymıyorlarmış gibi. Bütün bunların elbette sorumlusu sadece hukuksuzluğu yol yapan iktidar değil bir o kadar da “Kürtler” söz konusu olduğunda hukuksuzluğa destek verenlerdir, “Anayasaya aykırımı ama evet” diyenlerdir, sessiz kalanlardır.
Buna bir de açlığı, yoksulluğu, derinleşen eşitsizliği, yaratılmak istenen koyu karanlığı ekleyin. İşte Türkiye bu koşullarda bayramı karşılıyor. Ramazan ayı zaten sıradan insanlar için de çekilmez bir hal aldı. Şimdi elde yok avuçta yok bir şekilde insanlar şeker alamayacak, çocuklarına bayramlık alamayacak duruma getirildi. Bir gün sonra 1 Mayıs Bayramı. Türkiye ne yazık ki bu çifte bayramı, çoklu saldırılarla, derin krizlerle karşılıyor. Haliyle ortada bir bayram yok ama yeniden eşit ve özgür koşullarda kutlanacak bayramları kutlamak için çok fazla sebep var. Kutlanacak bir bayram yok ama mücadele vesilesine dönüşecek bayramlarımız kutlu olsun.