Uluslararası ilişkiler uzmanı Mühdan Sağlam ile savaş politikalarını, uluslararası ilişkilerdeki çelişkileri ve ekonomiye etkisini konuştuk: Hükümet gibi muhalefet de iç siyasette milliyetçi, sağ seçmeni yanında tutma gayretinde. Dışarıda yaşanan bir savaş konusunda barışçıl bir tutumda olmaları sorun teşkil etmiyor. Ancak içeride iktidardan bu konuda ayrışmıyor
Nezahat Doğan/ Pazartesi Söyleşisi
Ekonomik kriz, seçim ve sınır ötesi operasyon. Bugünlerde en çok gündemde olan konuların başında geliyor. Sınır ötesi operasyonun seçim öncesine denk getirilmesi bilinçli bir tercih mi? İktidar ve muhalefetin özellikle milliyetçi seçmenin oyları için benzer açıklamalar yapması en dikkat çekici konular arasında geliyor. Ülkede derin bir ekonomik krizin bu operasyonlarla birlikte daha derinleşeceği yorumları varken, bir yandan yanı başımızda devam eden Rusya-Ukrayna savaşı diğer yandan Irak ve Suriye’nin durumu. Uluslararası ilişkiler açısından da tam karmaşanın yaşandığı bu dönemde, ülkelerin de politikalarındaki netliği kestirmek zor. Bu kargaşaların yanı sıra, Türkiye’de de her gün yargı, insan hakları, siyaset, ekonomide herkesi bir kez daha şaşırtacak durumları yaşıyoruz. Hem uluslararası alanda hem de Türkiye’de bu kadar sıcak gelişmelerin yaşandığı bu tabloda ne durumdayız? Uluslararası ilişkileri uzmanı Mühdan Sağlam, toplumun hali hazırda ekonomik olarak hayatta kalma derdinde olduğunu belirtiyor. Sağlam, “Savaşa, ölüme, zulme, göçe tanık olmak derin psikolojik travmalara, çökmelere neden oluyor. Bu noktada barış zamanında veya ekonomik refah döneminde olduğu gibi değerler şekillenmiyor. Genelde sancılı ve sarsıcı bir değişim oluyor” diyor.
Türkiye’de muhalefetin yapıcı bir dil kullanmasının da önemine vurgu yapan Sağlam, “İnsanlar olumlu cümleler duymak istiyor. Kavgalar değil, çünkü yoruldular, yorulduk. Her gün bir öncekini aratıyor. Burada ekonomiden dış politikaya, barışçıl ve olumlu bir dil ve programın hazırlanıp toplumun buna ikna edilmesi gerekiyor” ifadelerini kullandı. Mühdan Sağlam ile son yaşanan güncel gelişmeleri konuştuk.
- Önümüzde yaklaşan bir seçim süreci var. Ekonomik kriz ve sınırötesi operasyon şu an ana gündemlerden biri. Bu iki durum seçim sürecinde nasıl bir etken olacak?
Hükümetin açıklamasına göre seçim 2023’te olacak, ancak her an erken seçim gelebilir, hazırlığının olduğunu da görüyoruz. Ekonomideki yalpalama, enflasyonun yüzde 61’e, dolar kurunun geçtiğimiz yılın iki katına çıkması, artan beyin göçü hükümetin destek kaybetmesine neden oluyor. Ekonomik krizler insanları partiye göre ayırmaz, ancak etkileri elbette sınıfsaldır. Yani bir yoksul için enflasyonun yüzde 61 olmasıyla varlıklı biri için aynı değil. Bu koşullar altında hükümet milliyetçi bir dalgayla oylarını konsolide etmeye çalışıyor. Biraz da olsa dikkatleri ekonomiden çekme gayreti denebilir buna.
- Muhalefettin bu konudaki tutumu ne?
Hükümet gibi muhalefet de iç siyasete milliyetçi seçmeni, sağ seçmeni yanında tutma gayretinde. Dışarıda yaşanan bir savaş konusunda barışçıl bir tutumda olmaları sorun teşkil etmiyor. Ancak içeride özellikle milliyetçi muhafazakâr seçmeni yanlarına çekmek için iktidardan bu konuda ayrışmayan bir yönelime girdiklerini söylemek mümkün. Siyasetin, özellikle Türkiye siyasetinin iç ve dış politika konusunda farklı tutum alması yeni bir olgu değil. Bunun devam ettiğini görüyoruz.
- Rusya’nın Ukrayna’ya girişi dünyanın tepkisine neden oldu. Ancak bir Suriye ve Irak örneği var. O ülkelerde olmak uluslararası hukuka uygun mu? Devam eden bir sınırötesi operasyon da var..
Uluslararası hukuka uygunluk, bir fiil işgal olmadığında yeteri kadar tartışma konusu olmuyor. Kaldı ki uluslararası hukukun dışında bir tutum ya da davranış olduğunda gözler uluslararası barış ve güvenliğin korunmasından sorumlu BM Güvenlik Konseyi’ne dönüyor. Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinin (ABD, Çin, Fransa, İngiltere ve Rusya) çıkar ve yaklaşımları BM’nin alacağı tutumu da belirliyor. Küresel olarak meşru şiddet tekeli Güvenlik Konseyi’nde. Ancak konseyin kendi içindeki ayrışma teorik çerçeveyle pratik arasında bir farka neden oluyor. Örneğin 2003’te ABD Irak’ı işgal ettiğinde BM Güvenlik Konseyi kararı yoktu, hatta Konsey’de ABD’nin tasarısı veto edilmişti. Burada uygunluktan ziyade kimin hukukun dışına çıktığı önem kazanıyor. Yani devletlerin ekonomik, siyasi ve askeri güçleri, bir başka devlet ya da ittifak grubuyla kurduğu ilişki belirleyici oluyor. Türkiye de bu anlamda söz konusu denklem ve dengeleri okuyarak hareket ediyor. Operasyonun uygunluğundan ziyade gelecek tepkiyi ölçerek hareket ediyor.
- Medyanın tavrı açısından da başka ülkelerin savaşlarında barış vb. söylemler öne çıkarken kendi ülkesindeki iktidarın politikalarına eleştirel olma durumu nedir?
Medya açısından sorun şurada başlıyor, medya ne kadar özgür. Medyada iç politikayı eleştiren, barış dilini yükseltmeye çalışan gazeteciler var, ancak haberleri, analizleri veya yayınları sonrasında maddi, manevi cezalara çarptırılıyorlar. Halihazırda Türkiye’de yüzlerce gazeteci içeride hapis yatıyor. Hal böyle olunca oto-sansür mekanizması devreye giriyor. Ancak Türkiye’de medyanın büyük bir kısmının kontrol altında tutulduğu, muhalif yayınların susturulduğu, maddi olarak cezalandırıldığı dikkate alınmalı. Hükümetin söylemlerini eleştiren gazete ve televizyonlara karşı iki strateji yürütülüyor. İlkin ceza vermek, yani maddi olarak yüksek cezalara çarptırmak. İkincisi, reklam almalarını önleme. Bunu özellikle Evrensel ve Birgün gibi gazetelere uygulanışını görüyoruz. Benzer biçimde Halk TV gibi kanallara kesilen cezaları görüyoruz. Son olarak da yargı yoluyla yani hapisle gazetecileri susturma politikası uygulanıyor. Bu durumda medya ne kadar özgür davranabiliyor ki eleştirel bir tutum alabilsin…
- Yaşananlara baktığımızda savaşlardan ya da çatışmalı süreçlerden en çok siviller etkileniyor. Bir de elbetteki yoksulluk da ciddi bir sorun. İçinde bulunduğumuz ekonomik kriz de işin içine girdiğinde toplumun değer yargıları neye göre şekilleniyor?
Toplum halihazırda ekonomik olarak hayatta kalmanın derdinde. Temel ihtiyaçlarını gidermekte sorun yaşıyor. Bir ay önce aldığı gıdaya aynı fiyatla ve miktarla erişemiyor. Kriz dönemleri, açlık, savaş insanların daha önce düşündükleri ve inandıkları değerleri, inançları sorgulamasına neden oluyor. Bazen köklü dönüşümleri de beraberinde getiriyor. Adaletsizlik daha net göründüğü için adalet talebi artıyor. Sınıfsal kutuplaşma ve ayrışma kendini gösteriyor çünkü, bir yanda varlık içinde yaşayan insanlar varken bir yanda da gece yatağa aç giren insanlar var. Benzer şekilde savaş, ölüme, zulme, göçe tanık olmak derin psikolojik travmalara, çökmelere neden oluyor. Bu noktada barış zamanında veya ekonomik refah döneminde olduğu gibi değerler şekillenmiyor. Genelde sancılı ve sarsıcı bir değişim oluyor.
- Adalet dediniz ve hukuk. Peki, Türkiye’deki yargı uluslararası ilişkileri nasıl etkiliyor ya da uluslararası ilişkiler yargıyı nasıl etkiliyor? Gezi Davası sürüyor, Osman kavala, Cemal Kaşıkçı örneği var.
Türkiye’de yargının siyasallaştığı artık toplumun her kesiminde hissediliyor. Osman Kavala’ya 22 Nisan’da Gezi Davası üzerinden müebbet hapis cezası istedi savcı. Ancak iddianame baktığınızda savcının zor kullanarak hükümeti devirme tezini destekleyecek hiçbir delil yok. Osman Kavala iktidarın kendini var etme konusunda bir hayat memat meselesine döndü. Avrupa Konseyi’nden gelen uyarılar, kararların uyulmamasına dönük başlatılan prosedür ortada. Buna karşın iktidar yargı yoluyla bildiğini okumaya devam ediyor. Kaşıkçı davasıysa ayrı bir tuhaflık örneği, davanın neden devredildiğini kimse bilmiyor. Belli ki Suudi Arabistan ile ilişkileri onarma konusunda Riyad’dan böyle bir talep geldi ve hükümet kabul etti. Her iki dava da iktidar politikalarına göre şekillenen bir yargı sistemi olduğunu açıkça ortaya koyan örnekler. İçeride ya da dışarıda iktidarın hedefleri alınacak kararı belirliyor.
- O zaman Türkiye’deki yargı kritik davalarda uluslararası ilişkilere göre şekilleniyor diyebilir miyiz?
Yargı iktidara tabi olmuş durumda. Hal böyle olunca iktidarın uluslararası politikası yargının kararlarını etkiliyor. Yargı mensupları iktidarın hedefinde olmak istemiyor. Bu nedenle kararlarında siyasi iktidarın saikleri, öncelikleri ve hedefleri etkili oluyor.
- Bir de ekonomik boyutuyla ülkeler arası yaptırımlar ve ambargolar söz konusu ve burada kim cezalandırılıyor?
Evet, yaptırımlar yeni değil, ancak son yıllarda daha sık duyuyoruz. Bir caydırma yöntemi olduğu saikiyle yola çıkılıyor. Ancak etkili olduğu örnek neredeyse yok. Üstelik bu yaptırımlarla kim cezalandırılıyor sorusu havada kalıyor. Örneğin İran ve Kuzey Kore’de bu yaptırımlar ne kadar etkili oldu belli değil. Dahası normal bir küresel işleyişte yaptırımlar BM Güvenlik Konseyi kanalıyla karara bağlanır. Ancak burada başta ABD olmak üzere bazı devlet ve ittifak gruplarının kendi başlarına yaptırım politikası uyguladığı görülüyor. Bu noktada yaptırım uygulayan ülke, aslında kendi çıkarlarına göre hareket ediyorken bunu sanki uluslararası hukuka saygı duyulması için yapıyor görünüyor. Son yaptırım dalgasını Rusya örneğinden görüyoruz. Rusya bir fiil bir başka ülkeyi işgal etti. Binlerce insanın ölümünden sorumlu. 5 milyondan fazla insan işgal nedeniyle Ukrayna’yı terk etmek zorunda kaldı. Rusya’nın kendine göre haklı olduğu noktalar yok mu tartışması burada işgale meşruiyet katmıyor. Sadece olanı anlamaya yardımcı olur. Sorun şu yarın bir başka devlet de kendine göre gerekçeler bulup, istediğini işgal ederse ne olacak? Bunun sonu var mı?
İşte bunu önlemek için yaptırımlar devreye girdi. Ancak gerçekten yaptırımlar işlevsel mi? Örneğin yaptırımlar başlayınca Rusya hangi konuda geri adım attı? Atan var mı? Rusya buradaki boşluğu doğru okuyor. Yani Batı’nın ekonomik yaptırımlarla sınırlı kalacağını öngörmüştü. Öyle de oldu. Ama bu yaptırımların faturasını kim ödüyor? Putin veya Kremlin mi, yoksa Rusya halkları mı? Örneğin yaptırımlar nedeniyle petrol fiyatları arttığında Türkiye’den Şili’ye kadar tüm dünya yaptırımların bedelini ödüyor. Peki işe yarıyor mu? Bunu bilmiyoruz. Bu noktada şunu söylemek gerekiyor. Dünya kendi çıkarlarına göre işgale girişen büyük güçlerin yol ve yöntemlerine mahkum değil. “Ya yaptırım ya da Putin” denildiğinde neden ikisinden birisini seçmek zorundayız, bu ikilik mi tercih sınırımız dememiz gerekiyor.
- Peki bu savaş politikalarının ekonomiye yansıması nedir?
Savaş bir endüstri kolu, yani ticarileşmiş bir kavram. Silah/savunma endüstrisi dediğimiz devasa bir sektör var. Genellikle ABD, Rusya, Fransa, Almanya, İngiltere gibi ülkelerin savunma sanayisinde devasa paylarının olduğunu görüyoruz. Silah veya savaş/savunma malzemesiyse en pahalı kalemler. Genellikle işlemler dövizle yürür. Yani devasa bir bütçe ayırmanız gerekir. Tam da bu nedenle yani bu bütçeyi ayırabilmek için eğitim, sağlık, ulaşım gibi alanların bütçedeki payı küçültülür ve savunma kalemi artırılır. Buysa aslında henüz savaş yokken bile ciddi ekonomik kaynak sorunu demektir. Yani savaş politikaları ekonomik kaynakların uygun ve ihtiyaç uyarınca kullanılmasına engel teşkil ediyor. Şayet bir de savaşın tarafıysanız, aktif olarak çatışmalarda yer alıyorsanız buna bir de personel, yakıt, barınma, gıda gibi kalemler dahil olur. Buysa devasa bütçeler demektir. Yani savaş olsun ya da olmasın savaş ihtimali üzerinden bir politika yürütüyorsanız, ulusal bütçeniz hemen sarsılır ve bütçe dağılımında sorunlar olmaya başlar. Kaldı ki savaşa girdiğinizde ilk yara alan ekonominiz olur, belirsizlik, yarını öngörememe, canının derdine düşme, göçe, kıtlık korkusuna neden olur. Savaşan bir ülkeyseniz, ülkenizdeki yatırımcı çıkmaya başlar, yenisi gelmez. Borç bulmakta zorlanır ya da aşırı yüksek faizle, ağır koşullara dayalı borçlanmaya girersiniz. Örneğin paranızın ne kadar düşeceğinin sınırını kestiremezsiniz. Bu da yoksulluk, kriz ve ekonomik çöküş demektir.
- Ekonomik krizle birlikte seçimi belirleyecek olan ne görünüyor?
Siyasal sistemin niteliği, yani parlamenter sistem mi yoksa başkanlık sistemi bu da tartışılacak bir başlık. Bunun yanı sıra Türkiye’de göçmenlere dönük yükselen ırkçı bir tutum var. Özellikle Suriyeli göçmenlerin ne olacağı sık sık gündeme geliyor. Yani göç politikası konusunda iktidarın, muhalefetin tutumu seçmenlerin davranışlarını etkileyecek. Kürt sorununa bakış daha önceki dönemlerde yönlendirici bir unsurdu, hala öyle olsa da sıralamada gerilediği görülüyor. Şu an ekonominin seyri ve göç ana gündem gibi görünüyor.
- Siyasetin dili, söylemleri ekonomik kriz ve yoksullukla karşı karşıya kalan toplumda nasıl bir etki yaratıyor ya da yaratamıyor?
Yani toplumda bir boşluk hissi var. İktidar, biraz sorun var ama çok da büyütmeyin tonunda bir tutum içinde. Ancak sorunun gittikçe büyüdüğünün farkındalar. Öte yandan muhalefet açısından henüz toplumu kucaklayan, dikkatini çeken bir ekonomik yol haritası ortaya konmuş değil. Her partinin kendince bir iddiası var, ancak ittifak görüşmelerinde dahi henüz ekonomiye dair bir cümle kurulmuş değil. Ancak genel kriz resmi içinde CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun vurgularının dikkat çektiği görülüyor. Bununla beraber CHP de henüz bütünlüklü bir ekonomik yol haritası sunabilmiş değil, sunmuşsa da bunun toplum nezdinde bir heyecan yaratmadığı görülüyor. Toplum bu konuda umutsuz hissediyor, çünkü yalnız bırakılmış durumda.
- Toplumun umutsuzluğu var dediniz… Buna karşı çözüm olarak nasıl bir dil kullanılması gerekiyor?
Öncelikle umutsuzluğun ekonomiden siyasete uzanan boyutları var. Yani artık değişmez, iktidar seçimle gitmez. O zaman gidebilen gitsin. Zaten öyle oluyor, en basiti doktorların göç ettiğini görüyoruz. Bir insan niye ülkesini bırakıp gider? Eğer değişim, daha iyi günler umudunuz yoksa gidersiniz. Bu noktada muhalefetin yapıcı bir dil kullanması, bu umutsuzluğu anladığını göstermesi önemli. İnsanlar olumlu cümleler duymak istiyor. Kavgalar değil, çünkü yoruldular, yorulduk. Her gün bir öncekini aratıyor. Burada ekonomiden dış politikaya, barışçıl ve olumlu bir dil ve programın hazırlanıp toplumun buna ikna edilmesi gerekiyor. Yoksa bize mecburlar nasılsa oy verecekler gibi bir politika oluşmaya başlıyor. Oysa biliyoruz ki böyle durumlarda yani muhalefet ikna edici olmadığında, iktidardan yorulmuş seçmen sandığa gitmemeye başlıyor. Bunu Fransa’da, Rusya’da gördük. Katılım yüzde 50 ya da altında kalıyordu.
Derdim adalet ve barış
- Mühdan Sağlam’ın derdi ne?
Derdim dünyanın daha adil ve barış içinde bir yer olması için çabalamak. Buna gücüm yetmediğindeyse en azından haksızlığın, adaletsizliğin görülmesini sağlamak ve tepkimi göstermek. Elimden geldiğince dünyadan insan öyküleriyle, haberlerle bunu duyurmak. Derdim adalet ve barış.