Önceki gün İstanbul’da toprağa verilen Ermeni yazar Margosyan’ı Şeyhmus Diken’le konuştuk
Pazartesi Söyleşisi / Nezahat Doğan
Mıgırdiç Margosyan’ın edebiyattaki dili hep şunu anlatır bize; kendi yaşadığın coğrafya, dil, kültür seni tarif eder. Acısı tatlısı, hüznü mutluluğu her döneme ait gerçekliği ortaya koyar. Öyle ki acılarımız bazen bizim ortaklaştığımız alanlarımızı yaratır. Doğduğumuz topraklar, sürgün edildiğimiz coğrafya, yine de dönüp kendimizi bulduğumuz yerdir. Yüreğimiz paslanmaz, acılarımız küllenmez, tam tersi her seferinde bir kez daha alevlenir. O zaman içimiz bir kez daha acır. Her acıdığında yeni bir düş kurar hayal eder güzel bir bahçe dileriz. Hayallerimiz ve umutlarımız bizi güçlü kılar.
Kendi yaşadığı coğrafya, kültürü ve çocukluğu aynı zamanda dillerin ve kültürlerin barış içerisinde yaşaması için edebiyatında yazılarıyla bir elçi oldu Margosyan. Ermeni edebiyatının en has dilini yalın gerçek ve hayal ötesi kurgular ile okuyucusuna aktaran Mıdırgiç Margosyan’ı yakın arkadaşı yazar Şeyhmus Diken ile konuştuk… Diken, bize Margosyan’ın hayatını anlattı.
- Bir çınar daha devrildi. Siz taşra edebiyatının önemli bir isim Mıgırdiç Margosyan’ı nasıl anlatırsınız?
Ermeni dünyası Mıgırdiç Margosyan’ı Baron Mıgırdiç Margosyan olarak telaffuz eder. Ermeni dünyasında baron kavramı temsili anlamda çok olumlu ve konumlanışı anlamında çok kıymetli bir yere oturtulur. Nitekim bu telaffuz ve bu temsiliyet cenaze törenine de yansıdı. Cenaze töreni Ermeni Patrikhanesi’nde, Ermenilerin ifadesiyle, tırnak içinde “milli temsiliyet“ anlamında bir tören yapıldı ve bu törensel uğurlanış Şişli’deki Ermeni Mezarlığı’nda define de yansıdı, adeta bir Ruhani meclis ordusuyla uğurlandı. Bu, Ermenilerin çok önemli temsili şahsiyetlerine yapılan bir ritüeldi.
Bunu da Mıgırdiç Margosyan’a uyguladılar ve bunun hazırlığını da çok net yapmışlardı önemini vurgulamak açısından bu örneği verdim. Çünkü Ermeniler Mıgırdiç Margosyan’ı yakın dönem Ermeni taşra edebiyatının son temsilcisi olarak ifade ediyorlar.
- Neden böyle ifade ediyorlar?
Mıgırdiç Margosyan’ın çok ve sıkça kullandığı bir kavramdır, büyük felaket! Ya da işte siyaseten uluslararası anlamda kullanılan soykırım kavramını çok kullanmayı seven bir insan değildi. O kafile derdi, yani kafile halinde sürgüne gitme. “Kafileye uğrama kavramı aslında bütün hepsini kucaklayan bir kavramdır” derdi ve kafileden sonraki dönemde Ermenilerin yazınsal anlamdaki suskunluğunun dışa vurumu diyebiliriz Margosyan açısından…
- İstanbul’a gelişi çok genç yaşta olmuş…
Aslında 50’li yıllardan sonra 1953’te 15 yaşında bir ortaokul talebesiyken bir Ermeni papazı Diyarbakır’a geliyor. “Bunlar burada eğitilemezler, dillerini de doğru düzgün öğrenemezler” diyor ve Ermeni çocuklarını ailelerinin onayıyla topluyor. Nitekim dillerini doğru düzgün öğrenemezler kavramı tam da Mıgırdiç Margosyan’da zuhur etmiş bir haldir.
İşte 53’te papazın müdahalesiyle İstanbul’a gittiğinde Amira Ermenileri denen, İstanbul Ermenileri onları karşıladıklarında “Koşun, koşun Anadolu’dan Kürtler gelmiş” diye aşağılıyorlar bir anlamda. Çünkü onlar için zaten Anadolu ya da Mezopotamya coğrafyasında hâlâ kalıp da orada yaşayan Ermenilerin konuştukları dil Ermenice değil başka bir dildir. İçinde Kürtçe var, Türkçe var, belki kısmen Arapça var, başka diller girmiş içerisine. Ve İstanbul Ermenilerin konuştuğu nezih, anlaşılır, net Ermenice’nin dışında bir Ermenice.
- Taşra ile şehir arasındaki farkı mı?
Evet. Aslında bizim Diyarbakır’da şehirlilerin konuştuğu Kürtçe ile daha saf konuşulan kırsal kesimdeki Kürtçe’nin biraz farkı gibi. Çünkü şehirde daha resmi bir dil yerleşiyor. O dil, saf dili kendi içinde biraz harmanlıyor, karıştırıyor. İşte bu Margosyan’ın diline de yansıyor. 50’li yıllardan sonra hızlı bir şekilde dil gelişince daha lisede başlayan bir edebiyat tutkusu şekilleniyor Mıgırdiç Margosyan’da.
15 yaşa kadar kendi kentinde, coğrafyasındaki çocukluk yaşamı, biliyorsunuz, kolay kolay insanın hafızasından silinmiyor. Hele iz bırakan bir çocukluk ise; çünkü kısmen azınlığa düşmüş bir yapının içerisinde kendini yeniden var etmenin kavgasını veriyor. O var etme kavgası, Hançepek’de, demirciler çarşısında, Sur içinin başka yerlerinde bütün bir hayatı çok iyi bir şekilde gözlemliyor.
Babasının ona “hele oğlum söyle nerelisen” diye sorduğunda “Heredanlı… Heredanlı…” diye Dicle Piran’ın bir köyünü anlatıyor. Babasının gözündeki ışıltıyı, cebinden çıkardığı kuru üzümü ya da iki tane halka şekerini ona Heredan dediği için vermesini, dehşet bir şekilde anlatıyor. Öyle bir şekilde anlatıyor ki siz o anda kendinizi gerçek bir hikâyenin içinde buluyorsunuz.
- Anlatım dili çok güçlüydü. O kültürün içerisinde ne kadar barış içerisinde ve bir arada yaşanmışlığın bir yansıması değil mi kullandığı dil?
Aynen öyle! Mesela biz bu dili Ahmed Arif’te de gördük. Çocukluğundaki 6 yılı, hapisten çıktıktan sonraki iki buçuk yıllık sürgünlüğünü de işin içine katarsanız 10 yılı Diyarbakır’da geçmiş. Ama Diyarbakır’ın odağında olduğu öyle bir şiir kurmuş ki. Okuduğunuzda zannedersiniz ki adam 64 yıl boyunca hiç oradan dışarıya çıkmamış. Bu kadar uzun yıllar şehrinden uzak kalacak, Ankara’da yaşayacak, ama “Diyarbekir Kalesinden Notlar”, “Adiloş Bebe’nin Ninnisi”, “Otuz Üç Kurşun”u yazacak. Konuştuğu vakit de o Diyarbakır’ın kendine has Türkçe’sini, jargonunu o kadar güçlü bir şekilde konuşmaktan keyif alacak. İşte bu Margosyan’ da da var.
- Bu kadar uzakta olup da bu kadar derinlik ve bağ nasıl kuruluyor?
İşte o coğrafyanın, şehrin insanda bıraktığı izdir. Diyarbakır aidiyeti çok yüksek bir şehirdir. Kürtler özellikle Diyarbakır’a çok anlam yüklediler. Dünyanın neresinde olursa olsun bir Kürt yaşıyorsa yüzünü Diyarbakır’a döner. Amid’e, Amida’ya, Amed’e… Hangi ad sizin ile özdeşleşiyorsa o adı telaffuz edebiliyorsunuz ve kabullenme yönü hayli yüksektir bunun. Böyle bir şehirdir Diyarbakır, güçlü bir arka planı ve hafızası olan bir şehirdir. Haksızlığa karşı her zaman karşı duran bir şehirdir. Bu karşı duruş, bu tepkisellik ister istemez o şehirden bir ses olmayı beraberinde getiriyor. Bu edebiyatçılarda daha çok var. Mıgırdiç Margosyan için de geçerlidir, Şeyhmus Diken için de geçerlidir, Ahmed Arif için de geçerlidir. İster Kürtçe, ister Türkçe, ister Margosyan gibi Ermenice yazsın, hiç fark etmiyor.
- Margosyan için Hançepek çok önemliydi: Gavur mahallesi… Daha sonra kendi doğduğu yere gidebilmek için izin almak zorunda kaldı. O yıkıntılar içerisindeki kentte ne hissetti?
Bu çok hırpalayıcı bir şeydi. 2017 ve 2018’de iki kez beraber gittik. O zaman yasaklıydı o bölge. Balıkçılarbaşı’ndan başlayıp Yenikapı’yla Mardin kapı arasındaki bölgeye iki defa girdik. Özel izinle o girdiğimiz dönemdeki ruh hali sahiden çok kötüydü. Ben kendisine çok hissettirmemeye çalıştım. Daha vakur durmaya çalıştım. Ama ağır bir şeydi. Çok da sakin bir insandır ama çok keyifsizdi.
- O sokağa O’nun adı verilmişti?
Sokak artık yoktu! Dümdüz olmuştu! Tümsekler, toprak ve taş yığınları oluşmuştu. Kendi doğduğumuz sokakları bulamadık, yerle bir olmuştu. O ruh haliyle çıktık yıkıntıların arasından. Dört ayaklı minare camii avlusunda beş dakika dinlendik. Mıgırdiç abi bana, “Ya ayakkabıların artık rengi değişti tozdan. Şöyle gidip belediyenin eski Ulu Cami’nin önündeki boyacılara fırçalatalım, temizletelim” dedi. Ben orada spontan bir şekilde kendisine dedim ki; “Abi mahalle gitti, sokak gitti, ev gitti, bari bırak ayakkabının üzerindeki toz kalsın.” 6 yıl sonra dün ben onun köyünden, Heredan’dan toprak götürdüm tabutunun üzerine, Gavur Mahallesi kitabıyla beraber toprağın içerisine serptim. Kitabı da koydum tabutun üzerine. Oğlu ile beraber Toprağı ikimiz döktük. Tören bittikten sonra oğlu benim elimden o toprak getirdiğim boş torbayı aldı. Dedi ki “abi sen demiştin ya ayakkabının üzerinde toprağın tozu kalsın” dedi. Aldı bez torbayı elimden katlayıp cebine koydu.
Toprak sizi hayata bağlıyor. Mesela rahmetli Hant Dink’in söylediği vardı: “Ermeniler toprak istiyorum diyor ama nasıl toprak istiyor? Mülk anlamında değil. Öldüğünde altına gömülüp girebilecekleri toprak istiyor.” İşte hikâye biraz da orada kilitleniyor. Toprak odur işte.
- 2015 döneminden sonra Margosyan’ın Sur öncesi ve sonrasıyla alakalı değerlendirmesi olmuş muydu?
Çok konuştuk bunları. Ama artık yapacak bir şeyin olmadığının kanısına varmıştı. Olan olmuş, bitmiş, felaket yaşanmış, mekânlar gitmiş, mekânlarla beraber hafıza da büyük ölçüde gitmiş. Düşünün 2015’e kadar orada duran ve sizin bütün çocukluk anılarınızın içinde yer aldığı Gavur Mahallesi belgeselinde o sokak aralarında gezerken tek tek, kapı kapı, şu evde şu şahıs oturuyordu, bu evde bu şahıs oturuyordu, teyzem buradaydı, bizim evimiz buradaydı diyebiliyordu… Tek tek böyle anlattığı şeyler, çok yakın bir zaman içerisinde sanki 100 yıl ya da, 200 yıl önce yaşanmışlıkların flu bir film şeridi gibi giderek silikleşen bir anlatıya dönüşüyor.
- Sokağa çıkma yasağı döneminin çocukları şimdi genç kategorisinde. O dönem nasıl bir iz bıraktı?
Kentlerin tabii hafızaları kolay kolay yok olmuyor. Hele hele Diyarbakır gibi şehirlerin. Aslında sokakta yaşayan çocuklara bile bu cesaret bulaşıyor amiyane tabiriyle. Yani o çocuk kendini çok küçük yaşlardan itibaren o aidiyetin ruh haliyle şekillendiriyor. O ruh hali ona bir şey veriyor, bilinç veriyor O bilinçle hayata bakmaya başlıyor. Mesela ilkokuldan başlayarak ortaokuldan başlayarak gençlerinin çocuklarının bu kadar çok öğrenmeye istekli olması aslında bunun bir anlamda da göstergesidir. Siz Türkiye’nin batı illerinden herhangi bir yerden iki tane genci alın o yaşlarda, Diyarbakır’dan da aynı yaşlarda iki genci bir araya getirin, hem ilgi alanları çok farklıdır hem de dünyaya bakışları farklıdır, Diyarbakır’ın böyle bir güçlü arka planı ve anlatısı var.
Mesele tarihi yok etmekti
2015’ten sonra o dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu Sur için “Toledo yapacağız” demişti…
Toledo kavramı biraz uçuk kaçık bir kavramdı. Ne Toledo’nun şehir dokusu Diyarbakır’a benziyor ne de Diyarbakır’ın şehir dokusu, Sur içi şehir dokusu Toledo’ya benziyor. Orada daha geniş caddeler var, kısmen orta çap mimarisi yapılar var, kiliseler var belki nehirle buluşturmak anlamında onu telaffuz etmişler. Tamam İspanya iç savaşından sonra bir restorasyon yaşamış Toledo ama kıyas kabul etmez. Diyarbakır aynı zamanda kadim bir Roma şehridir. Roma Bizans döneminde kiliseler, katedraller sonra İslam’ın egemenliğine girdikten sonra camiler, medreseler, işte hanlar, hamamlar, çeşmeler ve evler. Karacadağ’ın püskürttüğü lavların taşlaşmış hali olan bazalt taşının kente kazandırdığı bir mimari bir yapı var. Şimdi ortada böyle bir yapı olunca hiçbir zaman bu yapılar manzumesinden ve bu engin kültürden kendimizi alıkoyamıyorsunuz.
Mesele tarihi yok etmek bir kültürü ve dilleri yok etmekti. O yaşam, o hafıza bir şekilde kaybolup gitsindi. Gitti de nitekim. Onun için size o toz meselesini ayakkabının üzerindeki toz meselesini anlattım.
- Edebiyatında ve yazdıklarında çok naif, yaşanmışlık, gerçeklik ve görünmesini sağlayan anlamlar yükleyen gerçekliklerle sorgulamaları bıraktı. Margosyan’a baktığınızda sizce geriye nasıl bir iz bıraktı?
Geriye sahiden çok güçlü bir iz bıraktı ve sadece yazınsal anlamıyla değil, filmografik de bir iz bıraktı. “Tespih Taneleri”ni alın okuyun; çok keyifle ama aynı zamanda hüzünle sinema filmi çekilebilecek gibi anlatıdır. İyi bir senarist onun üzerinden harika bir film çıkarabilir. Yani ben düşünüyorum da böylesine bir kent hafızasıyla böylesine bir edebiyat çok çok az insana edebiyatçıya nasip olur.
- Margosyan edebiyatı neyin ürünüydü?
Margosyan’ın edebiyatı güçlü bir hafızanın ürünüydü. Çok güçlü ve diri bir hafızası vardı. Ermenice’yi çok öğretecek kadar iyi konuşan bir insandı. Çünkü hocalık müdürlük yapmış. Türkçesi çok çok iyiydi. Üçüncüsü, Diyarbakır ağzıyla Türkçe konuşmayı da aynen Ahmet Arif gibi çok keyifle yapardı. Konuştuğumuzda bir hikâyeyi şöyle anlatırdı: “Diyarbekir’a gittim, Diyarbekir’de bir terzi gördüm. Terzi dükkânından içeri girdim. Dedim ki, hemşerim ben bir çaket diktirmek istiyorum. Dedi ki olur abi. Ama dedim benim bir şartım var ha. Ne olacak? Bir çubuğu yeşil biri al olacak. Adam böyle durdu. Şaşkın şaşkın. Bana baktı. Ondan sonra dedim ki, Kadir Mevlam senden bir yar isterem bahan ölene dek yar ola. Terzi şaşkınlıkla dedi ki, bu deli nerden çıktı başımıza…”
İşte Margosyan böyle bir adamdı. Bir an çok ciddi, nezih bir Türkçe ile konuşurken bir anda Diyarbakır ağzıyla ortalığı yumuşatırdı.
- Diyarbakır ağzını içselleştirmiş, romanlarına bunu yansıtmış olması çok önemli değil miydi?
Hep iki örneği veriyorum size Ahmed Arif de öyle. Mesela ben Ahmed Arif’le Ankara’da Zafer Çarşısı’nda oturup sohbet etmiş biriyim. Oturduğu vakit Diyarbakır ağzı konuşmayı erdem sayardı kendine. Bazıları şimdi çıkıp diyebilir. Ya bu bozuk Türkçe’den ne çıkacak? Öyle değil ama şimdi eğer bunu yapan ne olduğunu, kim olduğunu ve ne yaptığını biliyorsa bu bir kırık şey değil ki, bu kırık sokak serseriliği, jargonu anlamında bir ifade değil. Bu ne yaptığını bilen bir insanın anı yaşayarak hayattan da keyif almasıdır. Mıgırdiç Margosyan yaşıyordu defnettik işte. Yarın bizler de gideceğiz yeni nesiller gelecek ondan öncekilerde olduğu gibi. Ama bu anı bu keyifle, bu gururla bu mutlulukla yaşamanın hazzını niye biz insanları çok görelim ki? Bırakalım insanlar onu da yaşasınlar ben bunu anlatmaya çalışıyorum.
- Mıdırgıç Margosyan derdi neydi?
Vallahi derdi neydi? Anlamak, anlayarak anlatmak üzerinden bir hayat kurmaya çalıştı edebiyatında. Önce anlamaya çalıştı, sonra o anlamayı anlatıya dönüştürdü ve bu anlattığı da insanların birbirini kırmadan, dökmeden, telef etmeden birbirini tanımalarını dert etti. Çünkü tanımayan insan karşısındakini ötekileştirir, yok sayar. Tanıyan insan birbirine saygı duyar. Mıgırdıç Margosyan bunu yapmaya çalıştı, önce anladı sonra da anlattı. Ben şahsen onun dostluğunu onun ağabeyliğini çok özleyeceğim. Benim gibi birçok insana da rehber oldu.
Güzel bir adamdı ya. Çok güzel. Toprağı bol olsun. Onu hep arayacağız, özleyeceğiz. İyi ki bu ülkenin tarihinde, bu ülkenin halklar tarihinde Mıgırdıç Margosyan gibi kıymetli bir üstadın adı geçti, izi kaldı, kimliği kaldı, yazdıkları kaldı. Ruhu şad olsun.
- Şeyhmus Diken’in derdi ne?
* Benim derdim, bizim derdimiz ahımızdır. Ahımız büyüktür ve bedeli ağırdır, yerde kalmamalıdır…