Colin Barker*
Yeni hareketler, yeni mücadele biçimleri, fiiliyatta veya potansiyel olarak yeni ortaklıkları da hayata geçirir. Toplumsal mücadelenin “merkezinin” neresi olduğu da artık bir önceki eylemci kuşağında olduğu kadar net gözükmüyor. Toplumsal kesimler arasında fiili ve potansiyel “yayılmalar” gerçekleştiği ve hareket biçimleri “melezleştiği” vakit eylemliliğin sınırları da olduğu gibi kalmaz. Harekete rengini veren farklı tonlardaki kolektif aktörler genellikle birbirinden yalıtıklardır, ama kolektif güçlerini birleştirmenin bir yolunu bulduklarında da –Oaxacalı öğretmenler, Quebecli öğrenciler, Chicagolu öğretmenler, öğrenciler ile veliler, Bolivya ve Ekvdorlu işçiler ile köylüler ve daha başkalarının durumlarında gördüğümüz üzere– çok büyük sıçrama yapabilirler.
Toplumsal ve politik bir deneysellik çağında yaşıyoruz. Hem eylemcilerin hem de teorisyenlerin yüzleştiği ortak risk şu ki herhangi bir harekette bir yenilik gördüğümüzde bunda, uygulama biçiminin sınırlılıklarını ve önündeki engelleri olumlulukları ile bir arada değerlendirmeden, hareket örgütlemenin ve gelecekte geliştirmenin anahtarını bulmuş gibi hemen hevesle yaklaşıyoruz. Alan Sears’ın belirttiği üzere, burada doğru gözüken şey “bir sonraki yeni sol”un halen oluşum sürecinde olduğudur. Bu yeni solun bir önceki yeni sol ile arasındaki süreksizlik oldukça dikkate değer olacak ve kopuş muhtemelen hayal bile edemediğimiz bir biçimde gerçekleşecek. Kesinlikle çok daha “feminen” ve zorunlu olarak çok etnisiteli olacak. Ortaya çıkması için biraz zaman geçmesi gerekebilir. Kim Moody şöyle bir ikazda bulunuyor:
Çalışanların, sahip oldukları gücün ve zayıf noktalarının farkına varması genellikle bir kuşak sürer. Yirminci yüzyılın başlarında seri üretim gerçekleştiğinde de durum buydu. Otuzlardaki altüst oluşa gelene dek bir kuşağa yakın bir süre geçmesi gerekti.
Gelecekteki herhangi bir yeni sol hareketin temel örgütlenme odağı, her ne kadar bir şekilde işyerlerinde patronun iktidarıyla yüzleşmek ve onu devirmek gerekecekse de, işyerleri olmayabilir; zira aksi takdirde devrimci itki, yaşamın (şimdiki çalışanların önceki nesillerde olduğundan daha fazla zamanını ve enerjisini soğuran) genişçe bir deneyim alanını ıskalamış olacaktır. Ve bu muhtemel yeni sol hareketin, son yıllarda ortaya çıkan hareketleri şimdiye dek zapt eden ve sınırlayan bir dizi engeli aşmanın yollarını da bulması gerekecek.
Hareketler arası dayanışma
Bu engellerden ilki, hareketin spesifik toplumsal kesimler veya coğrafi bölgeler özelinde yalıtılmış halde kalması. Bu, “siyasi mücadeleyi” parlamento partilerine ve “ekonomik mücadeleyi” sendikalara bırakan klasik sosyal demokrasi pratiğinde kurumsallaştırılmış da olabilir. Söz gelimi Arjantin’de, “kurtarılmış fabrikalar”daki işçi hareketi, Peronist sendikacılığın dayanışma önünde engel teşkil ettiği “düzenli istihdam” dâhilindeki işçiler ile pek de bağ kuramamıştı. 2006’daki “Oaxaca komünü” –Paris Komününe benzer şekilde– belirli bir şehir ve bölge ile sınırlı kalmıştı ve haliyle örgütlü devlet iktidarı karşısında nihai yenilgiye açıktı. Güçlük, hareketler arası dayanışmayı eylem halinde ifade etmenin yollarını bulmakta yatıyor. Burada birtakım stratejik sorular beliriyor. Arjantin’de Peronist sendikalar 2001’deki işçi mücadelesini engellediler, ama bu mücadelelerin üst öylece çizilemezdi. Aslında normalde, geçmiş yıllardaki birçok önemli olayda gösterdikleri üzere Arjantin sendikaları, (oldukça parçalanmış olan) solun tüm biçimlerinden çok daha fazla gücü seferber etme kapasitesine sahip. Sorun, başka yerlerde olduğu gibi, sendikaları mevcut bürokratik yapılarından kurtarıp daha geniş ve daha dönüştürücü bir bakış açısına sahip çatışmacı örgütlere dönüştürebilmekte yatıyor. Chicago Öğretmenler Sendikası’nın zaferinin sırrı da esasen burada gizli: Örgütlü bir sol yönetim kurulu, sendika üyeliklerini, daha dinamik ve demokratik bir sendika vizyonuyla kazandı –ki bu, öğrencileri ve aileleri yalnızca öğretmen maaşlarına ve çalışma koşullarına dair değil, eğitimin kendisine dair ortak bir gelecek mücadelesine dâhil edebilmek anlamına geliyordu. Kısacası, “yalıtılmışlık” nasıl doğal veya kaçınılmaz bir durum olmayıp belirli bir siyasal pozisyona ilişkinse, onunla mücadele de farklı bir siyaset gerektirir. Dahası, bu “farklı siyasetin” tam da kendisi eleştirel bir incelemeyi gerektirir. Söz gelimi verili “kimliklere” (mesela, çok dar bir kapsamda tanımlanmış olan “sınıf üyeliği” veya “ırk/cinsiyet dayanışması”) dayanan radikal bir siyaset, hem aynı kimliği paylaştığı varsayılanlar arasındaki gerçek deneyim farklılıklarını hem de aynı sorunları paylaşanlar arasındaki “kimlikler arası” dayanışmanın gerçek potansiyellerini kavramaktan uzaktır. İşte soldaki bu yanlış teori ve pratiğin tam da kendisi, harekete dâhil olan kesimlerin yalıtılmışlığının sürmesine neden olabilir.
İkincisi engel ise neredeyse asırlık bir tarihe sahip bir sorun: Parlamenter demokrasinin “sol hükümetlerin” seçilmesi olasılığına izin verdiği ülkelerde, bu tür sol hükümetler ile halk hareketleri arasındaki ilişki nedir ve ne olabilir? Parlamentoda bir yer kapma arayışı, radikal özgürleşme amacına hiç yardımcı olmuş mudur yoksa daima engel mi olur? Bu soru, özellikle Latin Amerika’nın “pembe kuşak” hükümetleri [pink tide governments], Yunanistan’daki Syriza hükümeti ve İspanya’daki Podemos gibi yeni sol partiler nezdinde duyulan beklentiler açısından son yıllarda önem kazandı. Parlamenter hükümetin mevcudiyeti, toplumsal devrimin önünde içkin ve aşılmaz bir engel midir?
Bugüne kadarki deneyimler, toplumsal dönüşüme giden yolda sol hükümetleri toplumsal hareketlerle birleştirmeye çalışanlar için pek de cesaretlendirici değildi. Jeff Webber, Jorge Sanmartino ve başkalarının vurguladığı üzere, Latin Amerika’da 2000 ve 2005 arasındaki halk hareketleri doğrudan kitlesel eyleme, çoğunlukla meclisler biçiminde tabandan gelişen halk demokrasisine ve siyasetin “profesyonellikten arındırılmasına” vurgu yaptılar. Bu hareketler, inşa ettikleri halk örgütlenmelerinde, devletle doğrudan karşı karşıya gelmenin yanında, kendi saflarındaki birçoklarının inşa etmeyi arzuladığı post-neoliberal ve hatta anti-kapitalist bir toplumu hedefleyen “prefigüratif” aşağıdan örgütlenme biçimlerini de buna entegre ettiler. Fakat bu hareketlerdeki inisiyatif, mecliste yer kapmak için hareketlerin itkisinden faydalanan ama bu hareketleri aynı zamanda halk kesimlerinin uzlaşmacı biçimde kapitalist devlet aygıtlarına dâhil edilmesi olarak tanımlanabilecek “madun katılımı” siyasetine indirgeyen az ya da çok ilerici hükümetlere geçti. Böylelikle hareketlerin özerk ve çatışmacı nitelikleri, dolayısıyla alternatif bir vizyonu daha da geliştirme kapasiteleri “evcilleştirildikçe” sınırlandı ve azaltıldı. Sol hükümetlerin hiçbiri süregelen sermaye birikim modelini değiştirip dönüştürmeyi başaramadı. Hatta özellikle küresel ekonomik kriz bölgede doğrudan hissedilmeye başladığında ve sol hükümetler kamu harcamaları ve hizmetlerinde kesintiye gitmeye başlayınca, sağın canlanmasına uygun alanlar bile ortaya çıktı. Krizi istikrara kavuşturmak için dengeleyici bir hammadde ihracatının olmadığı Yunanistan’da Syriza hükümeti kendisini göreve getiren toplumsal hareketlere ihanet edip onları yüzüstü bırakarak “Troyka”nın taleplerine trajik bir şekilde boyun eğdi.
İktidarı krize sokmak
Toplumun devrimci bir biçimde yeniden inşasına giden yolun sol bir hükümetin parlamentoya seçilmesiyle başlaması ihtimali var olmayı sürdürüyor. Ancak böylesi bir sol hükümetin, destekçilerinin umutlarına ve taleplerine olan bağlılığını sürdürmesi ve aynı zamanda da dışarıdan ve aşağıdan gelebilecek kontrol altına alınma girişimlerinden uzak tutulması için muazzam bir baskı altına alınması gerekiyor. Önceki sol hükümetlerin aksine, hareketlerin radikalleşmesi teşvik ediliyor olsaydı, bu kapitalist iktidarı topyekûn bir krize sokabilirdi. Böylesi koşullarda, seçimlerle sağlanan başlangıç oldukça hızlı bir şekilde, hareketler ve kapitalist iktidar arasında büyük kırılmaları ve siyasal kuvvetlerin ayrışmasını içeren, “normal siyasetten” ziyade devrimci duruma benzeyen, çok farklı bir karşı karşıya gelme momentine dönüşecektir. Böylesi bir momentin merkezinde kritik bir soru yatar: Hükümettekiler (beklendiği üzere) sermayeye ayak uydurmaya ve halk kuvvetlerini dağıtmaya mı çalışıyor, yoksa daha geniş çaplı bir özgürleşme adına yeni ve daha derin temeller atarak hareketlerin özgül gücünü ve halk iradesini geliştirmek için mi çalışıyor? Bu tarz bir senaryoda, yükselen bir halk isyanı, sol bir hükümetin sahip olabileceği herhangi bir değer karşısında ağır basacaktır. İster başkanlık ister hükümet için olsun, seçimler olabilir. Hareketler için böylesi anlarda gerçekten önem taşıyan soru ise şu: kendilerinin özgün gelişimine ve öz örgütlülüklerine mi odaklanacaklar, yoksa başkalarının önceliklerini benimseyerek kendilerinin sönümlenmesine ve devre dışı kalmasına giden yolu mu açacaklar?
Siyasi yenilgiler
Bazı yazarların da belirtmiş olduğu üzere üçüncü bir engel daha var. Neoliberal devletlerin dayattığı önceliklere karşı yaygın ve aktif bir direnişe tanık olmamıza rağmen bu direniş –en azından bugüne dek– özgürleşme ve demokratik kontrole dayalı alternatif projelerin zayıflığı ile de maluldü. Bu, böylesi projelerin noksanlığı anlamına gelmiyor; daha ziyade, kısmen daha önce belirtilen yalıtılmışlık faktörü yüzünden kısmen de eski özgürlük dilinin bir kıymet-i harbiyesinin olmadığına inanılması ve yeni bir dilin de henüz üretilememiş olması yüzünden, bu projelerin güdük kalmış veya ancak belli bir ölçüde geliştirilmiş olması anlamına geliyor. Küçük zümreler bu projeleri prova ediyor olabilir, ancak serpilip gelişmeleri için bunlara denk düşen yeni halk ayaklanmalarının peyda olması gerekiyor. Eğer yirminci yüzyılın başlarındaki devrimci itkinin en güçlü şekilde hissedildiği Latin Amerika’da “devrim döngüsü” şimdi sönümlenmekteyse, bölgedeki hali pürmelali sorgulama ve yeniden formüle etme girişimi de ani bir galeyan kadar mümkün. Raul Zibechi’nin belirttiği üzere: “Büyük tarihsel süreçler sona erdiğinde ve sonucunda büyük siyasal yenilgiler yaşandığında, kafa karışıklıkları ve ümitsizlik baş gösterdiğinde, arzular ve gerçeklik birbirine karışır ve en tutarlı analitik çerçeveler bile bulanıklaşır.” Son yirmi yılın mücadeleleri, tartışma konusu olarak hareket çevrelerine geliştirilecek birtakım sorular sordu ve kısmi cevaplar verdi. Dünyanın farklı yerlerindeki muhtelif hareketlerde kısmen biçimlenen ve şimdi bir sonraki adımın atılması için bekleyen kilit fikir, hareketlerin kendi ürettikleri öz örgütlülüklerin ve pratiklerin toplumun, ekonominin ve siyasetin yeniden yapılandırılacağı temelleri sağlayabileceği ve sağlaması gerektiğidir. Bu fikrin sonuçlarını henüz tüketmiş olamayız.
Dördüncüsü de şu ki; bu fikir “aşağıdan özgürleşme”yi temel ilke olarak alan örgütler, ağlar ve koalisyonlar şeklinde siyasi olarak somutlaşmalı. Bu tür yapıların alabileceği biçimleri ve hareketler içinde bu biçimlerin hegemonya iddiasında bulunarak ortaya nasıl çıkabileceklerini şimdiden öngörmek zor. Bunlara duyulan pratik ihtiyacı hâlihazırda hissedenler ise, eğer ilerlemek istiyorlarsa, makul bir şekilde ihtiyatlı davranmalı ve farklı ifade biçimlerine de açık olmalı.
Son olarak, şayet Bolşevikler 1917’de devrimlerinin başarısının yayılmasına bağlı olduğunu fark etmişlerdi ise, geçtiğimiz yüzyılda küresel kapitalizmin daha da genişlemiş olması bu görüşü pekiştirmiştir. “Tek ülkede sosyalizm” ütopik olduğu kadar daima gerici de bir fikirdi. Peki, işe yarar bir enternasyonalizm nasıl geliştirilebilir? Doğası gereği küresel bir tehdit olan iklim değişikliğinin her zamankinden daha belirgin bir hale gediği ve milyonlarca göçmen ile mültecinin oradan oraya kaçma zorunda kaldığı kıyamet senaryosunda yeni bir devrimci enternasyonalizm her zamankinden daha elzem bir hale gelmiştir.
* Colin Barker’ın, editörleri arasında olduğu “Revolutionary Rehearsals in the Neoliberal Age” başlıklı kitabın içerisinde yer alan bu metni, Mustafa Çağlar Atmaca textumdergi.net için Türkçe’ye çevirdi.