Ragıp Zarakolu
Evet, doğru bir tanımlama: muhalif basının duayeniydi Aydın Engin. Tam 81 yaşına girdiği gün yitirdik onu. Sağ kalması bir mucize. Bir savaş muhabiri gibiydi adeta, her ne kadar kendisi “ben savaş muhabiri değilim” dese de.
Kaç ömür sığdırdı 81 yıllık yaşamına.
1980 yılı başında Afganistan’daydı. Ragıp Duran gibi… Savaşı iki farklı cephede izlediler. Ve yıllar sonra benzer şeyler söyleyeceklerdi Afganistan konusunda.
Kosova’da, Makedonya’da, Bosna’daydı en kritik anlarda. Diyorum ya, sağ kalması mucize.
Sadece devletlerarası savaşların değil, sınıf savaşının da muhabiriydi.
Yıllar sonra şöyle yazacaktı genel grev tanıklığını: [Belleğimde 1977 ilkbaharında sabahladığımız bir grev çadırında, gece serinliğinde bir tenekede yanan kullanılmış motor yağı alevinde ellerimizi ve türküler eşliğinde yüreklerimizi ısıttığımız saatler var. “Bitmesin” dediğimiz saatler…
Kulaklarımda Köroğlu’nun “Şeşber kalkana değende / dağlar gümbür gümbürdenir” türküsünden uyarladığı “kendi türküsü”nü grev çadırının önünde, acemice çaldığı bağlama eşliğinde söyleyen Sungurlar fabrikası işçisi Gaffar Elbastı’nın, “Grev gömleği giyende / Her yer gümbür gümbürdenir” diyen boğuk sesi çınlıyor…
Kendi kendime bir şiir mırıldanıyorum. Hasan Hüseyin’in “İzin verirlerse eğer / izin verirlerse İstinyeli grevci kardeşlerim / Doğacak ilk çocuğumun adını / Kavel koyacağım” dizeleri, tıpkı o günkü gibi bugün de dilimden düşmüyor…]
1973 yılında seçimi kimin yitireceği konusunda bahis tutacaktı Demirel ile: bir kol saatine. Ve Demirel yitirecekti bahsi. Yayın yönetmeni Bisalman, Demirel’e söz konusu saati sorduğunda, aldığı yanıt şöyle olacaktı: “Devr-i Süleyman oyunu ile sırtımdan çok para kazandı. Kendi alsın!”
Gerçekten 2 yıl kapalı oynamıştı Aydın Engin’in oyunu. Ve bir kış günü yanıverdi tiyatro binası!
“Kosova’da, Saraybosna’da, Kobani’de” idi bir yazısının başlığı. “Priştine, kaldıramayacağı kadar göçüp, kaçıp gelmiş Arnavut köylülerle dolu. Kente giden bütün yollarda, yola hâkim tepelerde konuşlanmış bir Sırp nişancı var …” dedikten sonra, “Iraklı bir Ezidi bebeği ile Kosovalı bir Arnavut bebeğini kim, nasıl ayırabilir?” diye devam ediyordu.
[Kobani’de bir YPG savaşçısı daha vurulup düşecek; bir Kürt gelini daha kanlar içindeki kocasının başında ağıt yakacak; bir bebek daha bir IŞİD tankının altında ezilecek; IŞİD çetesinden bir katil Kobani’de bir evin daha tepesine Peygamber mührü taşıyan kara IŞİD bayrağını dikecek; haberciler “Kuşatmanın 24. gününde Kobani’de şiddetli çarpışmalar sürüyor”dan ibaret haberlerini geçecekler… Ben bu filmi yıllar önce Kosova’da yaşayarak seyrettim. Ben bu filmi yıllar önce Saraybosna’da yaşayarak seyrettim.]
2018 yazında “Hem İslam hem demokrasi mi, ya İslam ya demokrasi mi?” sorusunu yöneltecekti AKP iktidarına.
Ukrayna konusunda da şu soruyu yöneltiyordu: “Putin’ci ya da NATO’cu olmak mı, yoksa barışı koşulsuz savunmak mı?” Verdiği cevapta, eşi Oya Baydar’ın görüşünü paylaşıyordu: “Devletler, ülkeler, siyasetçiler farklı davranabilirler, farklı siyasî- ekonomik amaçlarla şu veya bu safta yer alabilirler. Ama bizler birey olarak, insan olarak, barıştan ve gelecekten yana olduğunu iddia eden yapılar, örgütler, hareketler olarak: etik tutarlılığımız, ahlakî duruşumuz adına, vicdanımızın sesini dinleyerek, bu savaşa ama’sız karşı çıkmalıyız.” (8 mart 2022)
“33 yıl sonra yine Afganistan…” diye yazacaktı 2013 Martında: [İlhan Selçuk’un kıs kıs gülüp “Senin telef edilme zamanın yine geldi” deyip deyip yolladığında payıma mesela Belgrad düştü. NATO uçaklarının bombalamaya başladığı, yabancı elçiliklerin apar topar kenti boşaltmakta olduğu Belgrad…Ya da tepeden NATO uçaklarının, dönemeçlerden, kaya diplerinden Sırp keskin nişancıların adam avladığı Priştine, Prizren, Mitrovica…Ya da gazetecilerin birbuçukuncu Körfez savaşı dedikleri, Amerikan uçaklarının ha bire bombaladığı 1997 sonunun Bağdat’ı, Kerbela’sı, Basra’sı…Ya da tam 33 yıl önce, 1980’in Ocak ayında Politika gazetesi için gittiğim ve gerçek bir iç savaşın hüküm sürdüğü, acı çeken, kanayan, kadın ve erkek en iyi evlatlarını birer birer yitiren Afganistan…Bu defa yollayan yok, kendim gönüllü gidiyorum. 33 uzun, çok uzun yıl sonra Kabil’i, Kabil ırmağını, Hindikuş dağlarını bir kez daha görmek, safranlı pilava kaşık sallamak hoş olacak…”
“33 yıl önce internet icat edilmemişti ve Afganistan-Türkiye arasında telefonla iletişim de yoktu” diyor Aydın Engin. “Yazıları döndükten sonra dizi olarak yayınlamak istedim. İkinci yazıdan sonra, 1980 Şubat’ının ilk günlerinde tutuklandım; askeri hapishaneye dönüştürülmüş Davutpaşa kışlasına kondum. Camları bilerek kırılmış, zemininde bilerek dört parmak su biriktirilmiş bir koğuşta nemli değil, ıslak değil, sırılsıklam yatakları betona serip uyumaya zorlandığımız berbat bir hapishaneydi. 12 Eylül hapishanelerinin provaları yapılıyormuş, bilemezdik.”
Biz 1973 yılında General Türün’ün Selimiye Kışlası özel ahır zindanında S3 subayı bir yüzbaşı ile müşerref olmuştuk. SS demek daha doğru. Özel statüde. Binbaşı bile çekinirdi ondan. Aydın Engin de şöyle tanıklıkta bulunuyor: “Bir gece S3 subayı olduğu söylenen bir yüzbaşı geldi. S3 subayı ne demektir, bugün de bilmem ama o gün bile önemli biri olduğunu sezmiştim. Binbaşı rütbesindeki hapishane müdürü onun karşısında neredeyse ‘hazır ol!’da duruyordu. Benimse birkaç saatliğine de olsa soğuk koğuştan sıcak müdür odasına alınıp, zorunlu bir sohbet için de olsa kahve içme olanağı bulduğum için keyfim yerindeydi. Sohbetin bir yerinde kendine aşırı güvenli S3 yüzbaşısı küstah bir gülümsemeyle sordu: ‘Niye tutuklandın sen gazeteci?’…‘Yazdığım yazıdan dolayı dediler. Türkiye halkları diye yazmıştım, bölücülükmüş’… Gülümseme sırıtmaya dönüştü: ‘Duy da inanma. Sen Afganistan konusunda çatlak sestin. İlk yazıda belliydi. Buna izin verilir mi sandın?’
“Yolum Uganda’ya düştü” başlıklı yazısında, köylü bir kadının tanıklığına yer verir: “Fidel çok uzaklarda ama bize doktor yolladı ve süt yolladı. Bebeğim Fidel sütü emdi benim.” 2016 yılı kasımında Castro’nun ölümünden sonra kaleme aldığı bu yazısını şöyle noktalar: “Ey okur!
Kederini içine göm, ayağa kalk, sağ yumruğunu yukarı kaldır. Fidel’i selamla ve uğurla…
Bu onun sonuna kadar kazanılmış hakkı ve senin ödevin. Haydi!… “
Aydın Engin bir sosyalist olarak yaşadı ve bir sosyalist olarak öldü. Ben de şimdi sağ yumruğumu kaldırıp, onu selamlıyor ve uğurluyorum.
İyi ki vardın. Ve bizlerle var olacaksın hep.