Murat Çakır
Başlık Latince ve “aklın kurban edilmesi” biçiminde Türkçeye çevrilebilir. Önceleri teolojik dogmalar için kullanılan bu terim, Max Weber’in bir makalesiyle siyasi tartışmalarda da kullanılır olmuş. Terim genel olarak entelektüeller arasında insanın kendi aklını/düşüncesini gönüllü olarak otoritenin veya bir muktedirin boyunduruğu altına soktuğunu anlatmak için kullanılmakta. Bugün ise bu terimi tam bu anlamda burjuva medyası, liberalleri ve reformist sol için kullanabiliriz. Çünkü akıllarını “otoritenin kulu” hâline getiren ve derin uykuya daldıran çokça yaklaşım mevcut – bilhassa Almanya’da!
Almanya reformist solu içinde “Ukrayna’ya yardım” gerekçesiyle Scholz hükümetinin karar altına aldığı 100 milyarlık silahlanma bütçesine onay vermek isteyen meczupları bir yana bırakıp, “ah o güzelim demokratik değerleri” savunanlara bir bakalım: Ukrayna’daki neofaşist “Azov birliklerini” ve Alman faşizminin sadık işbirlikçisi Stephan Bandera’nın mezarına çelenk bırakan ve savaş yaygarasıyla tanınan Ukrayna’nın Almanya büyükelçisi Melnyk ile, savaşı durdurma olanaklarını bilerek kullanmayan Selensky’yi “kahraman” ilân eden burjuva medyası ve liberalleri, sadece kendilerininki değil, sanki tüm insanlığın aklı tatile çıkmış gibi davranıyorlar.
Örneğin Herfried Münkler gayet ciddi (!) bir öneride bulunuyor: “ABD ve Britanya nükleer denizaltılarına Ukrayna bayrağı takarak, Ukrayna başkanının komutası altına sokarlarsa barış sağlanabilir” diyor. Ve ardından “bir nükleer savaşın bölgesel olarak sınırlandırılabileceğini” iddia ediyor. Hani bu görüşleri komplo teorileri üreten gayri ciddi internet sayfalarında okusaydık, güler geçerdik. Ancak Alman devlet aklını temsil eden medya sayfalarında veya hükümetin finanse ettiği strateji enstitülerinin belgelerinde okuyunca, kahramanlık romantizmi ile irrasyonalitenin Alman burjuva “elitlerinin” arasında ne denli kökleştiğini düşünmek zorunda kalıyoruz.
Sorun sadece bir yazarın veya araştırma görevlisinin aşırıya kaçması değil. Aksine Alman devlet aklının nükleer savaşın “kazanılabileceği” opsiyonunu gözden geçiriyor oluşudur. Nükleer silahları taşıyabilen modern F 35 savaş uçaklarının satın alınma kararından nükleer katılım taleplerine dek çeşitli adımlarla Almanya’nın “güçlülerin hegemonyal siyasetine” yönelmekte olduğunu görmekteyiz.
Hukukun değil, güçlünün üstünlüğü siyasetinin, yani emperyalist egemenlik için Orman Kanunları’nın toplumsal kabulü içinse etkin bir ideolojik Aura gerekmektedir, ki bunu yaratma görevi aklını gönüllü olarak Alman emperyalizminin hizmetine sokanlara verilmiştir. “Devlete ve ulusa sadakat” veya “vatan için feragat” gibi söylemler ve “demokrasiyi ve insan haklarını koruma” gerekçesiyle Avrupa toplumlarının aklı uyuşturulmak, “vatan cephesinde” mezarlık sessizliğinin hâkim kılınması istenmektedir. Kadim antikomünizm ile Rus düşmanlığının tuzağına düşerek, egemen sınıflara eklemlenen reformist Almanya solu ise emperyalizmin faydalı aptalı rolüne layık görülmektedir. Alman emperyalizmi NATO basınının yanı sıra NATO entelektüelleri de yaratarak, dünyanın yeniden paylaşımındaki konumunu güçlendirmeye çalışmaktadır.
Willy Brandt’ın çalışma arkadaşlarından ve SPD’nin önemli isimlerinden olan Egon Bahr 2013’te lise öğrencilerine “Uluslararası politikada söz konusu olan demokrasi ve insan hakları değil, çıkarlardır. Tarih derslerinde size ne anlatırlarsa anlatsınlar, bu gerçeği aklınızda tutmalısınız” öğüdünü vermişti. Savaşın vahşetini doğrudan yaşayıp, kendi bedeninde deneyimleyen böylesi burjuva siyasetçilerinin artık olmadığı günümüzde aklını kurban edenlerin bu denli yaygınlaşmış olması, fazlasıyla ürkütücü. Aydınlanma, bilgilenme, her daim sorgulama ve en önemlisi örgütlenerek asıl düşmana karşı savaşma ise bu ürkütücü gerçekten tek çıkış yoludur.