Günay Kubilay*
Adalet Bakanı Abdülhamit Gül istifa etti, yerine Bekir Bozdağ getirildi. Gazeteci İsmail Saymaz, “Beştepe’de Bakan Gül, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, iki bakanlığın bürokratları ile MİT Başkanı Hakan Fidan’ın da katıldığı gizli bir zirve yapıldığını, bu zirvede başta Osman Kavala olmak üzere, siyasi davalarda nasıl bir politika izlenmesi gerektiğinin konuşulduğunu, (…) Adalet Bakanı Gül’ün AİHM kararlarına uymayı ve tutuksuz yargılamayı savunduğu, Erdoğan’ın “Olur mu öyle şey” diyerek reddettiği, bunun üzerine tartışma yaşandığı ve Bakan Gül’ün istifa ettiğini söylediğini gazetesindeki köşesinde yazmıştı. İstifa öyküsünün özeti böyle…
Gül’ün istifa edişini ve yerine Bekir Bozdağ’ın getirilişini şöyle okumak yanlış olmaz: AKP’yi Erdoğan’la özdeşleştiren, hemen her durumda AKP iktidarının geleceğine yatırım yapan, hukuk yerine siyasi çıkarlara öncelik veren ve ‘Siz yıkın, hukuk arkadan gelsin’ diyen Soylu zihniyetinin taşıyıcılarından biri olan Bekir Bozdağ’ın Adalet Bakanı olarak atanması ‘yeni bir tahkimat’ sürecine girildiğini ve bu dönemde Gül gibi ‘çatlak seslere’ ihtiyaç kalmadığını ve artık Gül gibi ‘çatlak seslere’ tahammül edilemez bir sürece girildiğini gösteriyor.
Monolitik bir yapı
Bakan Gül konuştuğu her platformda ‘hak, hukuk, adalet’ diyen, görkemli törenlerle ‘insan hakları eylem planları’ açıklayan ‘hukuk reformlarının’ altına imza atan, ama aynı zamanda ‘hak, hukuk, adalet’ gibi değerlerin yerlerde süründüğü, hukukun içi boş bir kabuğa dönüştüğü, ‘bağımsız yargı’nın sıradan bir söylem olmanın ötesinde anlam ifade etmediği, çelişkilerle ve ikilemlerle dolu tuhaf bir sürecin taşıyıcısı oldu.
Bu tuhaflığın Erdoğan rejiminin monolitik, tekelci ve otokratik yapısal özelliklerinden kaynaklandığı söylenebilir. Bu söylem doğrudur ve Erdoğan rejiminin böyle bir tekelci siyasal zihniyet üzerine inşa edildiği, ‘tek kişilik hükümet’in söz konusu olduğu, bakanların politik karar süreçlerinin dışına itildiği, birer teknokrat düzeyine indirgendiği ve Erdoğan’ın direktiflerini yerine getirmekten başka bir işlevinin olmadığı gün gibi ortada… Hatta şöyle bir genelleme bile yanlış olmaz: Türkiye’nin burjuva siyaset arenasında darbe dönemleri dahil, kabine üyelerinin/bakanların bir teknisyen düzeyine indirgendiği ve silikleştirildiği bir başka dönemden söz etmek pek mümkün değil.
Hukuk artık bir fazlalık
Hatırlanacağı gibi ben daha önceki savunmalarımda Erdoğan rejiminin inşasına yön veren politik zihniyete, oportünist ve pragmatik siyaset tarzına dair çeşitli analizler yapmış, saptamalarda bulunmuş, davaya dair yönlerine vurgu yapmıştım.
Burada ele almak istediğim özgün konu başlığı yeni Adalet Bakanı’yla beraber, Erdoğan rejiminin hiçbir farklı sese, sınırlayıcı etkiye ve denetim mekanizmasına tahammülünün kalmadığı kritik bir döneme girildiğinin altını çizmek ve bu davaya yansıyan yönlerine işaret etmek istiyorum.
Artık, Erdoğan rejimi gizlenemez düzeyde derin bir kriz içerisine sürüklenmiş ve tıkanmış durumdadır. Bu evrede kırılan dökülen yanları restore etmek ve tıkanmış rejimi tahkim etmek, su almaya başlamış saray gemisinin karaya oturmasını önlemek, olası bir seçimde Erdoğan’ı yeniden iktidara taşıyacak bir süreci inşa etmeye yönelik revizyonlara, derlenme toparlanma hamlelerine öncelik verileceğine tanık oluyoruz. İktidarın görünür geleceği bakımından ‘hukuk gibi fazlalıklardan’ kurtulmak, zihinleri bulandıracak ‘çatlak sesleri’ susturmak, patronaj destekleri ve ideolojik manipülasyonlarla kopuşları önlemek, rejimin ritmini bozacak engelleri temizlemek ve ‘denetim mekanizmalarını’ devre dışı bırakmak ve bunun için bütün bunları realize edebilmek için siyaseti dar bir alana hapsetmesi yaşamsal düzeyde önemlidir.
Sınırsız iktidar istiyorlar
Pulitzer ödüllü gazeteci Anne Applebaum ile eski Polonya Başbakanı ve eski Avrupa Birliği Konseyi Başkanı Donald Tusk arasında geçen diyaloglarda (Wybor-Tercih adlı kitapta) Tusk, otokrat rejimlerle ilgili çok çarpıcı tespitlerde bulunuyor.
Tusk, “Otokratların yapıştığı koltuğu bırakmak ve eriştikleri zenginliği, dokunulmazlığı, popülariteyi yitirmemek için Faust misali Mefisto/şeytanla mukavele yaptıklarını (…) ve iktidarlarına sınır tanımadıklarını, denetim mekanizmalarını ‘şer ekseni’ gibi algıladıklarını, siyasi muhaliflerle birlikte bağımsız kurulları da ortadan kaldırılması gereken düşmanlar şeklinde gördüklerini, bunun sonucunda da siyasetin ‘kavimler savaşına’ dönüştüğünü söylüyor. (Aktaran: Nilgün Cerrahoğlu/Cumhuriyet/19 Aralık 2021)
Dolayısıyla Erdoğan’ın hemen her durumda Kavala ve Demirtaş kararları nedeniyle, ‘AİHM kararlarını tanımıyoruz’ biçimindeki tek cümle, Tusk’un tespitlerinin ne kadar isabetli olduğunu doğruluyor. Üç kez başvurarak adeta AİHM’in kapısını aşındıran ve içeride yargıyı HSK vasıtasıyla saray rejiminin organik bir uzantısı haline getiren Erdoğan, dışarıda ayağında ağır bir pranga olarak değerlendirdiği AİHS gibi uluslararası sözleşmelerden, AİHM kararları gibi bağlayıcı yükümlülüklerden kurtulmak, olmazsa yeni sürecin inşasında bir politik tahkimat aracı olarak kullanmak istiyor.
İç hukuk-evrensel hukuk
Hatırlayalım: AİHM’in Osman Kavala kararıyla ilgili olarak Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Türkiye’ye ihlal süreci başlatma istemine tepki gösteren Dışişleri Bakanlığı şunları söylemişti: “Ülkemizde devam eden yargı sürecine saygı ilkesi uyarınca, Avrupa Konseyi’ni bağımsız yargıya müdahale niteliği taşıyacak bir kararın devamını getirmekten kaçınmaya davet ediyoruz. Başta Bakanlar Komitesi olmak üzere, herkes bağımsız ve tarafsız mahkemelerce yürütülen yargı sürecine saygı ve güven duymalıdır.”
Oysa Kavala kararının uygulanmaması nedeniyle Avrupa Bakanlar Komitesi’nin ‘ihlal’ sürecini başlatmış olması neden iç hukuka veya mahkemeye müdahale olsun? Türkiye, Avrupa Konseyi’nin hem kurucu üyesi hem de Avrupa Konseyi’ne üye 47 ülkeden biridir. Türkiye gerek Avrupa Konseyi’ne üye olmakla, gerekse ilgili uluslararası sözleşmelerin altına imza atmakla kendi hukukunu uluslararası hukukun bir parçası haline getirmiş, 2004’te AKP hükümeti eliyle yaptığı Anayasa değişikliğiyle (90. madde) AİHM kararlarının bağlayıcı olduğunu kabul etmiştir.
Bunlar bile bile ‘İç hukukumuza müdahale ediliyor, bağımsız mahkemelerimize saygı duyulmuyor’ gibi dezenformasyon (bilgi çarpıtma) ve demagojilerle iç siyasette toplumun milliyetçi duygularını kaşıyarak hem AİHM gibi bir ‘üst hukuksal denetim mekanizmasını’ etkisizleştirilerek devre dışı bırakılmak hem de Batı karşıtı toplumun milliyetçi duyguları kaşınarak iç siyasette tahkimat malzemesi olarak kullanmak istiyor.
Denetleme artık bitti
Saray rejimi başta ekonomi, siyaset ve hukuk olmak üzere yaşamın hiçbir alanında ‘sınırlayıcı bir etki ve denetim mekanizması’ istemiyor. Bütün denge ve denetleme mekanizmalarının bazıları doğrudan devre dışı bırakılmış, bazıları ise içi boşaltılarak işlevsizleştirilmiş ve iktidarın manipülasyon aracına dönüştürülmüştür.
Örneğin, aynı zamanda bir denetleme mekanizması rolü oynayan Meclis devre dışı bırakılmıştır. Mesela, zaman zaman medyaya yansıyan Sayıştay raporları Erdoğan rejimini fena halde öfkelendirmektedir. Çok büyük yolsuzluk ve usulsüzlüklerin yer aldığı bu raporlarla ilgili, bırakınız kovuşturmayı, soruşturma açacak yargı ortada bulunmamaktadır. Kamu maliyesini bir vakum gibi hortumlayan köprülerin, tünellerin, yolların, havaalanlarının kaça yapıldığını bilen var mı?
Bu kadar sık aralıklarla değiştirilen Merkez Bankası ve TÜİK Başkanı ile Hazine ve Maliye Bakanlarının yerine getirilen isimlerin uygulamalarına baktığımız zaman ülkenin içine sürüklendiği kaotik durumu anlamak daha kolay olmaktadır. Kamu adına denetim yapabilecek, hesap sorabilecek hiçbir kurum ve kuruluş kalmamış gibidir.
Gizli toplantılarla karar alınıyor
Yukarıda İsmail Saymaz’ın Bakan Gül’ün istifasına dair verdiği toplantı bilgisi Kavala ve Demirtaş davaları gibi politik davalara yönelik kararların bu tür gizli zirve toplantılarında alındığını ve yargıya ikame edildiğini çok çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. Görüldüğü gibi ortada hukuksal saiklerle başlayan bir dava, hukuksal saiklerle süren bir yargılama yok. Artık kin ve nefret düzeyinde ortaya konan bir kişisel husumet ve bunun sonucu olarak yargı kılıfına sokulmuş, Donald Tusk’un ‘kabile savaşları’ dediği türden bir ‘kan davası’ vardır.
Kritik her durumda yargıya ‘balans ayarı’ yapma, heyetlerine direktifler yağdırma, emrivakiler yapma zorunluluğu böyle bir nefret duygusunun sonucudur. Bu duyguyu anlamak için dosyaya derinlemesine bakmaya gerek yoktur. Tek başına tutukluluk gerekçelerine bile bakmak yeterlidir.
Örneğin 27 Ekim 2021 tarihli tutanaktaki tutukluluk gerekçeleri, ‘kes-yapıştır’ yöntemiyle 30 Aralık 2021 tarihli tutanağa aktarılmış ve hiçbir kişisel özgünlük dikkate alınmamıştır. Bu durum aslında duruşmalarda yapılan savunmaların dikkate alınmadığını, mahkemeye sunulan belgeler ile sanık lehine ortaya çıkan delillerin görmezden gelindiğini ve dava sürecine nesnel hukuksal ölçütlerin yön vermediğini gösteren bariz örneklerdir (…)
* Kobanê Davası’nda tutuklu olarak yargılanan HDP eski Sözcüsü Günay Kubilay’ın şubat ayında yaptığı savunmadan alınmıştır.