Emevi Camii’nde namaz kılma hedefi ile Suriye’deki savaşa dahil olan AKP hükümeti, 7 yılın sonunda destelediği selefi gruplar ve büyük bir mülteci sorunu ile karşı karşıya. Düşülen bu durumu özetleyebilecek en iyi ifade ise, Erdoğan’ın sürecin başında Beşar Esad’a yönelik sarf ettiği “Men dakka dukka (eden bulur)” sözleri.
Türkiye’nin Suriye konusunda ülkede 2011 yılında iç savaşın başlamasından bugüne izlediği politika sonucunda geldiği nokta, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ilk olarak 2012 yılında Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a yönelik sarf ettiği ve “eden bulur” manasına gelen bir Arap atasözünü olan “Men dakka dukka”yı akıllara getirdi. Erdoğan’ın aileleri ile birlikte tatil yapacak kadar yakın olduğu Esad’a, partisinin grup toplantısından “Gittiğin yol yol değildir. Beşar Esad’a bir kez daha kendi anlayacağı şekilde, kendi dilinde sesleniyorum: Ya Beşar! Men dakka dukka” sözleriyle seslenmişti.
O gün sarf edilen bu söz, gelinen noktada ortaya çıkan sonuçlarıyla AKP’nin son 7 yıllık Suriye politikasının adeta özeti durumunda.
‘Arap Baharı’ ile ilişkiler değişti
Suriye’de 15 Mart 2011’de başlayan iç savaş, Türkiye’nin bu ülkeye yönelik politikalarında büyük değişimlere yol açtı. Bu değişimi ise, öncesinde Suriye ile ortak kabine toplantıları gerçekleştirilmesi, vizelerin karşılıklı olarak kaldırması gibi Türkiye’nin kimi zaman Şam ile İsrail arasında arabuluculuk rolü üstlenmesi örneklerinden başlayarak görmek mümkün. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “komşularla sıfır sorun” politikası kapsamında Türkiye’nin Ortadoğu’daki komşularıyla siyasi ve ekonomik ilişkilerini geliştirmeyi amaçlıyordu. Fakat “Arap Baharı” olarak adlandırılan sürecin başlamasıyla birlikte ilişkiler değişti. Bu ülkelerden biri de Suriye idi. Çoğu Ortadoğu uzmanına göre Türk hükümetinin takındığı tavır, Suriye politikasında etkili oldu.
2011’de başlayan rejim karşıtı gösterilere destek veren dönemin Başbakanı Erdoğan, bir dönem yakın dostu olan ve “kardeşim” dediği Beşar Esad’a, önce halkın taleplerini karşılayacak reformlar yapma çağrısında bulundu. Ancak sonrasında bölgeye dair kimi çıkar hesaplarıyla işi “Esed devlet terörü estirmiş bir teröristtir” demeye kadar vardırdı.
Bu politika değişikliği ile Esad karşıtlarına destek vermekten de imtina etmeyen Türkiye, rejim güçlerine karşı savaşan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) gruplarının Türkiye’de yapılanmasına ve eğitilmesinde ön ayak oldu. Öyle ki Hatay, ÖSO’nun ana üssü konumuna dönüştü.
Bu nedenle Esad, Türkiye’yi ‘teröristlere para ve silah yardımı yapmak’la itham ederken, içte de muhalefet partilerinden AKP’ye benzer suçlamalarda bulunuldu.
2012 yılında bir keşif uçağının Suriye’deki rejim güçleri tarafından vurulup düşürülmesinin ardından kurallarını değiştiren Türkiye, o tarihten bu yana Suriye sınırında tüm silahlı unsurlardan kaynaklanan tehditlere karşılık verdi. DAİŞ meselesini kendisi için öncelikli “ulusal güvenlik tehdidi” olarak gören ve dünyaya da öyle lanse eden Türkiye, Ağustos 2015’te Washington ile vardığı mutabakatın ardından ilk kez yürütülen askeri harekata katıldı ve Türk savaş uçakları Suriye’deki DAİŞ hedeflerini vurmaya başladı.
ÖSO tutmayınca YPG’ye sarıldı
Hükümetin ABD ile ortak yürüttüğü “eğit-donat” programı ile Türkiye’de askeri eğitim verip, silahlandırdığı ÖSO grupları 2015 yılı ile birlikte Suriye’de savaşmaya başladı. Ancak beklenen başarıyı getirmeyen program ABD tarafından kısa süre içinde sonlandırıldı. Suriye’ye dair hesaplarından ÖSO’dan umudunu kesen ABD, yüzünü bölgede önemli bir güç olmaya başlayan YPG’ye dönmek zorunda kaldı. Bu gelişme, Türkiye-ABD ilişkilerinde çatlaklara yol açtı.
ABD’nin DAİŞ’le mücadelede işbirliğine gittiği YPG’nin birçok kentte DAİŞ’i süpürmesi ile önemli bir alan hakimiyeti elde etmesinin gözünü korkuttuğu Türkiye, çıkar arayışı ile Rusya ile yakınlaşmaya başladı. Türkiye’yi Batı blokundan koparma hesabı içerisindeki Rusya da, 24 Kasım 2015’te bir savaş uçağını Türkiye tarafından düşürülmesine ve Ankara Büyükelçisi’nin öldürülmesine rağmen ilişkilerini sürdürdü.
YPG’nin son olarak Minbiç’i alarak Türkiye’nin “kırmızı çizgisi” olarak nitelendirdiği Fırat’ın batısına geçmesinin ardından Türkiye, 24 Ağustos 2016’da ise ÖSO ile birlikte “Fırat Kalkanı Harekâtı”nı başlattı. Suriye hükümeti tarafından “egemenlik ihlali” olarak nitelendirilen bu harekat ile Türkiye, Fırat Nehri’nin batısında PYD kontrolündeki kantonlar arasında tampon bölge oluşturdu.
Afrin’e operasyon
Türkiye’nin Suriye’deki ikinci kara harekâtı ise, 20 Ocak 2018’de başlayan Afrin operasyonu ile oldu. “Zeytin Dalı Harekâtı” adı verilen bu operasyonun amacı da TSK tarafından “Bölgede güvenlik ve istikrarı sağlayarak PKK/KCK/PYD-YPG ve DEAŞ’a mensup teröristleri etkisiz hâle getirmek ve dost ve kardeş bölge halkını bunların baskı ve zulmünden kurtarmak” olarak gösterildi. Ancak ÖSO gruplarının Afrin halkının ev ve işyerlerini yağmaladığı görüntüler adeta hafızalara kazındı.
Erdoğan, başlatılan Afrin operasyonunun ardından Şubat ayı başında bir sonraki hedeflerinin YPG’nin kontrolündeki Minbiç olacağını duyurdu. Ancak ABD ile YPG’nin Minbiç’ten çekilmesini öngören bir plan üzerinde çalışmaya başlandığı dönemde, Rahip Bronson krizi patlak verdi.
Suriye politikası altında yatan neden: Kürt düşmanlığı
Suriye’de pay sahibi olmak isteyen Türkiye’nin bölgeye yönelmesindeki en önemli etken Kürt düşmanlığı oldu. Kürtlerin kazanımlarını kendisine dönük tehdit olarak gören Türkiye’nin ABD’den uzaklaşıp İran ve Rusya ile masaya oturmasının bir diğer nedeni de bu. Bölgedeki Kürt realitesinin kendisine “tehdit” içerdiğini her defasında dile getiren Türkiye, sınır ötesi operasyonlara da adeta “kılıf” uydurdu.
Suriye’nin geleceğine dair Astana süreci kapsamındaki toplantılar ise, Ocak 2017’de Türkiye, Rusya ve İran’ın garantörlüğünde başladı. Mayıs 2017’de varılan anlaşmayla Suriye’de 4 gerginliği azaltma bölgesi kurulması ve rejim güçleriyle muhalifler arasındaki çatışmaların görece hafifletilmesi kararı çıktı. Bu çerçevede TSK, Ekim 2017’den itibaren İdlib’deki gerginliği azaltma bölgesinde gözlem noktaları tesis etmek üzere konuşlanmaya başladı. Türkiye’nin bu bölgede şuan 12 gözlem noktası mevcut.
İdlib ve oluşturduğu tehditler
Rusya, Türkiye ve İran üçgenindeki Suriye girişimleri cumhurbaşkanları düzeyinde de sürdü. Erdoğan, Putin ve Ruhani’yi bir araya getiren ve ilki Kasım’da Soçi’de gerçekleşti. Üçlü zirvenin ikincisi Nisan ayında İstanbul’da, üçüncüsü de yine bu ülkeler arasında önceki gün Tahran’da gerçekleştirildi. Zirvenin temel gündemi ise, Rusya’nın hava saldırısında bulunup, Suriye ordusunun operasyon hazırlığı yaptığı İdlib oldu.
İdlib, Emevi Camii’nde namaz kılma hedefindeki Erdoğan ve Türkiye’nin gelinen noktada Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtı ile ele geçirdiği bölgelerle birlikte elinde kalan son koz. Desteklediği kimi ÖSO grupları ile Heyet’i Tahrir’uş Şam’ın kontrolündeki İdlib’in düşmesi, Türkiye’yi desteklediği sayısı 70 bini bulan gruplarla karşı karşıya getirme potansiyeli taşıyor.
Hatay, Kilis ve Antep gibi sınır kentlerinde Türkiye’yi önlemler almaya iten de bu grupların Türkiye için oluşturduğu tehdit.
İdlib’e dönük operasyon ile Türkiye’yi bekleyen bir diğer sorun ise, mülteciler. Bu zaman kadar Avrupa’ya karşı koz olarak kullanılan ve sayıları 3,5 milyonu bulan mültecilerin sayısının operasyonla birlikte daha da katlanması kaçınılmaz bir sonuç olacak. Bu durumun Türkiye’ye ekonomik ve siyasi olarak etkisi öngörülemez boyutta.
Yedi yılın ardından kartların yeniden karıldığı Suriye’ye dair izlenen politikalarda adeta bataklığa saplanan AKP hükümeti, bugün Erdoğan’ın Esad’e sarf ettiği “men dakka duka (eden bulur)” sonucu ile karşı karşıya.
MA / Necla Demir