Cumhuriyet tarihimizin en karanlık sayfalarından biri 6-7 Eylül’ün üzerinden tam 63 yıl geçti. Atatürk’ün Selanik’teki evine ses bombası atanın Türkiye Cumhuriyeti’nin valiliğine kadar yükseldiği, “Atamızın evi bombalandı” manşetlerini atarak bu pogromu ateşleyenlerin dönemin Demokrat Partisi’nden milletvekili seçildiği günlerin zihniyeti bugünümüzü de biçimlendiriyor.
6-7 Eylül 1955, yalnızca öldürülen ve tecavüz edilen Rum vatandaşlarımız, yağmalanan ve tahrip edilen kilise, mezarlıklar, evler ve dükkanlar değildir. 6-7 Eylül, hesap vermeyi zul addedenlerin devlet içinde yuvalandığı ve kendilerinden başka herkesi hain ve iç tehdit olarak tanımladığı zihniyetin olağanlaştırdığı bir pogromdur. Bu özelliğiyle bu ülkede adı sanı anılmayan irili ufaklı birçok linç girişimine ve bugün sürekli diri tutulan korku ortamına emsal teşkil eder.
6-7 Eylül’ü bugün dahi, “muhteşem bir örgütlenmeydi, amaca da ulaştı” diye övünerek anlatan Özel Harpçilerin ve “milli refleks”, “milletin haklı tepkisi” diye kutsayan epey kalabalık bir kitlenin varlığı, böyle bir medeniyet kaybının her an tekrar yaşanma tehlikesini ne yazık ki diri tutuyor. Çünkü, barış, demokrasi, hukuk devleti, insan hakları, özgürlük talep eden insanları hain ilan edenlerin, onları linç etmek, yakmak, kafalarında sopa kırmak, kanlarında duş almak isteyenlerin makbul vatandaşlar sayıldığı ve bitmeyen bir kin ve nefretin toplumun üzerine boca edildiği bir “korku tüneli”nin içindeyiz.
Var olduğunu kanıtlamak için öteki bellediğini yok etmenin “bir büyük dava” olarak adlandırılması, ötekini yok etmek için harekete geçen öfkeli kalabalıkların sırtının sıvazlanması; inancın, kimliğin öfkeli kalabalıkların elinde linç bahanesi olması ve her seferinde sığınılan “tahrik olma”, “kışkırtılma” bahaneleri bugün Türkiye’nin olağan görüntüleri haline geldi.
Öteki gördüğünü yok etmenin binbir yolu olsa da kaba şiddet biçimiyle linç kültürü, sadece dışlayıcı bir milliyetçilik anlayışı ve inanç hassasiyetiyle açıklanamaz. Eğitim ve kurumsallaşma düzeyi düşük toplumlarda ahlaki değerlerin toplamı olan ‘ben’in saldırı altında olduğu iması bile şiddete başvurulması için yeterli iken, Batıda Orta Çağ’da şiddet çağrısına kayıtsız kalmayan kitlelerin varlığı aydınlanma çağıyla birlikte önemli ölçüde yok oldu.
Tarihteki örnekler, bilim ve aydınlanma ile tanışmamış ilkel toplulukların sadece bilinmeyenden değil, farklı olandan da korktuklarını söylüyor. Korku, toplulukları hatta toplumları, kendilerini koruyacağını düşündükleri kaba güce teslim olmaya itmiş genellikle… Topluluklar varlığını sürdürmek için korkuyu beslemiş, korku da farklı olana yönelen şiddeti… Bu şiddet çoğu kez gücü elinde tutanlar ve gücünü tahkim etmek isteyenler tarafından yönetilmiş ve tehdit olarak algıladıkları gruplara ya da kişilere yönlendirilmiş…
Korku da farklı olanı yok etme güdüsü de öğrenilen duygular. Bilim insanları beynimizin diğer beyinlerle ilintili olduğunu ve duyguların ancak bir arada yaşama halinde ortaya çıktığını ve bebeklikten başlayarak karşımızdakini taklit ederek öğrendiğimiz bütün bilginin ve yarattığımız bütün kültürün ayna nöronlar sayesinde gerçekleştiğini söylüyorlar. Beyinlerimiz ve dolayısıyla davranışlarımız yakın çevremize uyum sağlamak üzere evrimleşiyor. Bu zinciri kıramadığınız zaman, varlığını sürdürmek için farklı olanı yok etme güdüsü de nesilden nesile aktarılıyor. Bazı toplumlar birilerinin “haydi” çağrısıyla öteki bellediğini yok etmeye koşarken, aslında taklit ederek öğrendikleri bilgiyle hareket ediyor. Sevmeyi, korkmayı, korktuğumuzla yüzleşmeyi ya da korktuğumuzu yok etmeyi taklit ederek öğreniyor ve içselleştiriyoruz. Bilimsel bilgiyi dışladıkça, sadece kendi deneyimlerimize dayanan birikimimizi ‘sağduyu’ olarak adlandırdıkça, tarih tekerrür ediyor ve biz neden bu kadar kolay ‘kışkırtılır’ olduğumuzu sorgularken buluyoruz kendimizi. Korku şiddeti, şiddet korkuyu besliyor. Suyun akacağı yeni bir yol açmadığımız sürece bu böyle sürüp gidecek ne yazık ki…