24 Haziran 2018’de, Anayasa’ya “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” olarak kaydedilen, siyasal literatürde ise “Türk tipi” başkanlık sistemi denilen yeni bir rejime geçildi ve ideolojik, siyasal, kültürel, yönetsel anlamda Türkiye’de yeni bir dönem başladı. Özce, tekçilik, yani “tek devlet, tek millet, tek vatan, tek din, tek dil ve tek adam” yönetimi olarak tanımlayabileceğimiz bu rejimde, devlet, toplum ve siyasal alanda her şey değişiyor. Bu değişim süreci 2023’e kadar tamamlanmış olacak ve Erdoğan’ın bir proje olarak dillendirdiği bu hedefe ulaşılmış olacak.
Şaibeli darbe girişimi, hileli referandum ve baskın seçim taktikleriyle hayata geçirilen yeni rejimde iktidar olmak “her şeye kadir olmak” anlamına geliyor. Toplumun yarısı dışlanarak ulusal, sınıfsal, cinsel, etnik, kültürel ve inançsal farklılıkların meşruiyeti kabul edilmiyor. Hemen her konuda “biz yaptık oldu” mantığıyla davranan iktidar; Cumartesi Anneleri’nden Barış Anneleri’ne, iş cinayetlerinden kadın cinayetlerine, hasta mahpuslardan çocuk tutuklulara, ırkçı ve şoven saldırılardan her geçen gün artarak devam eden nefret suçlarına kadar her şeye seyirci kalıyor. Toplumun nefes alma boruları giderek daha fazla tıkanıyor; hak, hukuk ve adalet istemek demokratik bir talep olmaktan çıkarak iktidara karşı suç işlemek haline geliyor.
Parlamentoyu demokratik bir platform olarak gören muhalefet meclise tıkanıp kalmış durumda. Hala “Eski Türkiye, yeni Türkiye” ikileminin peşinden sürüklenip gidiyor. Sanki rejim değişikliğinin ve bunun yarattığı siyaset tarzındaki değişimin farkında değil gibi. Oysa yeni rejimde meclis iradesinden, meclisin denetim sorumluluğundan bir şey kalmadı. Gensoru yetkisi yok, meclis soruşturması sadece başkan yardımcısı ve bakanlar için geçerli. Mecliste, yargıda, askeri ve sivil bürokraside, yeni oluşturulan kurullarda ve devletin tüm kurumlarında artık başkanlık iradesi var. Ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel planda her şey başkana bağlı, yani devletin tüm yürütme gücü başkanın elinde bulunuyor.
Milletvekillerinin dokunulmazlığı ve denetim görevi yok. Milletvekili mecliste anadiliyle konuşamıyor ve siyasal düşüncelerini özgürce açıklayamıyor. Meclis iç tüzüğü muhalefet için keyfi bir şekilde ve yaptırımlarla uygulanıyor. Komisyon toplantılarında komediler yaşanıyor. Milletvekili sokağa bile çıkamıyor; basın açıklamaları, oturma eylemleri ve cenazeler gibi masum gösterilere katıldığında polis, “Artık haddinizi bileceksiniz” diyor. Mecliste başkan tarafından atanan ve adına bakanlar kurulu denilen 16 kişinin önünde 596 milletvekili adeta hizaya geçmiş gibi otururken, bakanların ise koltuklarında emanetçi ve vesayetçi olarak oturuyor. Ancak muhalefet milletvekilleri meclisin yetkilerinin kuşa çevrildiğinin farkında değillermiş gibi hala eski rejim söylemlerini ve alışkanlıklarını devam ettiriyor. Böylelikle farkında olarak veya olmayarak iktidarın siyasal meşruiyetine katkıda bulunuyor. Meclis’te basın açıklamaları yapıyor, bakanlara soru dilekçeleri veriyor ve arada bir kürsüde boy göstermekle yetiniyor. Bakanlar sorulara yanıt verme gereği bile duymuyor, Erdoğan’ın değişmez jokeri meclis başkanı ise durumu seyretmekten başka bir şey yapmıyor. Güney Amerika’nın totaliter başkanlık rejimlerinden Türkiye’ye ithal edilen Kararname çıkarma yetkisi, başkanın yürütme gücünü olağanüstü rejim standartlarına kadar vardırıyor. Bu bağlamda başkan, seçim kararı alarak her an meclisi feshedebilir, istemediği bakanı değiştirebilir, yürütme işlerini kolaylaştırmak için yeni kurullar ve kurumlar oluşturabilir. OHAL ilan edebilir, savaş kararı alabilir ve bu gerekçeyle yerel ve genel seçimleri erteleyebilir. Belediye başkanlarını görevden alabilir ve seçime gerek duymadan yerel yönetimleri bile atayabilir. Muhalefet yerel yönetim seçimlerine hazırlanırken, başkan, 18 Ağustos 2018 tarih ve 17 No’lu kararname ile daha şimdiden yerel yönetimleri merkeze bağladı bile.
Artık hiç kimse anayasadan ve yasalardan söz etmiyor/edemiyor. Anayasa sanki sarayda bir çelik kasaya kilitlenmiş halde. Anahtarı Erdoğan’da. Başkana bağlı hale gelen Anayasa Mahkemesi’nin artık bir kıymeti harbiyesi yok. Saray her şeyin, gücün ve şatafatın merkezi haline gelmiş durumda. Başkanın ikameti, protokolleri ve hükümet toplantılarının yapılması gereken yer olmaktan çıktı. Artık tüm özel günler, haftalar, resmi ve gayri resmi ritüeller vb işlerin yapıldığı yer haline geldi. Sarayın neden bu kadar büyük çapta inşa edildiği (Çankaya savunusuyla ve sarayın sadece ruhsat işleriyle uğraşan muhalefet bu öngörüsüzlüğünü hatırlamalıdır) şimdi daha iyi anlaşılıyor.