Marshall planı adını George Marshall’dan alır. Kendisi 1939 ile 1945 yılları arasında Amerikan ordusu genel kurmay başkanlığı, 1947 ile 1949 yılları arasında devlet bakanlığı yapar. 1950’de Amerika savunma bakanı görevine getirilir. Bu adanmışlık ona 1953 yılında kendi adıyla anılan ve onun tasarımı olan Marshall planının yıldızlı başarısıyla(!) Nobel barış ödülünü getirir. İşte tam burada beni bir gülme tutar.
George Marshall’ın ölmeden önceki söyleşilerden birinde 1947 yılında Harvard Üniversitesi’nde yaptığı konuşmanın esintisinin onda Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün kurulması fikrini uyandırdığını söylüyor. Peki, neydi bu örgüt? İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’ya para ve malzeme yardımı yaparak eski kıtayı Rusya’dan yani komünizmin yayılmasından korumaktı. Paraya boğarak da diyebiliriz. Savaş sırasında Rusya ve Amerika birlikte, aynı tarafta Nazilere karşı hareket ettiler ama savaş bitince ortaklık da bitti.
Marshall planı belirli bir sistematik içinde uygulandı. Amerika’dan işini bilen kravatlı, takım elbiseli adamlar, dar tayyörlü, ince belli kadınlar geldi, Avrupa’nın merkez şehirlerine yayıldılar. Amerika bu karşılıksızmış gibi görünen yardım elini uzatırken, o eli almada Nazi Almanya’sının harap ettiği bazı Avrupa ülkeleri çekimser kaldı. Türkiye kalmadı, hatta yardımı alabilmek için çaba harcadı. Hoş sonra diğer Avrupa ülkeleri de bu yardımı kabul ettiler. Sonra yıllar yılı bu yardımın karşılığını vermek için çalıştılar. Gerçekte Marshall Planı Amerika’nın yoksul Avrupa’yı – içinde Türkiye de var- yüksek faizli finansal krediyle kendi politikası altında köleleştirmesiydi.
Marshall Planı’nın Nobel Barış Ödülü’yle neden ödüllendirildiğini daha iyi anladık, sanıyorum. Koca bir kıtayı borçlandırma yoluyla kendine bağlama ödülü.
Türkiye’nin Amerika’yla günümüze kadar uzanan ilişkisi işte bu yardım planıyla başladı. 1948’den 1951’e kadar Amerika Türkiye’ye 137 Milyon Dolar yardım yaptı. Bazı kaynaklar bu miktarın 225 Milyon Dolar olduğunu, hatta sonradan 450 Milyon Dolara çıkartıldığını söylüyor. Bu kadar parayı geri almak kaydıyla bile olsa, kara kaşımıza kara gözümüze vermediler diye düşünebilirsiniz. Yanılıyorsunuz. 1950’de başlamak üzere bizim kara kaşlı, kara gözlü askerlerimizi Kore’ye, bizi hiç ilgilendirmeyen Kore Savaşı’na göndertmek için (de) verdiler. Hatta Amerika, tereddüt edersek diye Kore’ye asker göndermeyen milletlere yapılan “Marşal Yardımı” kesilecek şeklinde kendi kongresinden karar çıkarttı.
Sonuçta Kore’ye giden Türk askerlerinden 741 insan öldü. Geriye dönebilen gazilerin kaç tanesi hayatını kaldığı yerden devam edebildi, bilen yok. Kore’de savaş ortamından kaçmaya çalışan sivil halktan iki milyon insan öldü. O dönemde çekilmiş siyah/beyaz fotoğrafları sanal ortamda bulabilirsiniz. Evini, barkını sırtına yükleyip, ocağını geride bırakmış kaçmaya çalışan insanın öyküsü 70 yılda bir fiske değişmiş mi, siz karar verin.
Amerika bunu hep yaptı. Yapmaya da devam ediyor. 1960’ların sonunda ilkokul öğrencisiyken sınıfın ortasında kurulu sobada ısıtılan suyun içine, “Marşal Yardımı” sevimli kâğıt paketlerin ucunu yırtarak açtığımız süt tozu kümesini boşaltırken Türkiye taze süt bolluğu içindeydi. Amerika bizi süt tozuna alıştırınca bu defa satmaya başladı. Taze sütün litresi 100 kuruştu, süt tozunun kilosu 30 kuruş.
Bu ülkeyi yönetenler 70 yılın ardından şimdinin moda terimiyle pozisyon alıyorlar. Oyun mu kuruyorlar, eli boşa mı döndürüyorlar anlamayalım diye bulanık milliyetçilik sosunda yatırılmış defne yaprağı misali konuşmalar yapıyorlar. Anlamamız gereken, hep olduğu gibi yine halkların ezilmeye, toprağından olmaya, ölmeye zorlandığı…
1948’de Paris’te bir iletişim bürosu açan Amerikalı Marshall Planı uygulayıcıları arasından seçme kişilerle CIA kuruldu diyeyim, yazımı bitireyim. Gülmem çoktan geçti.