Çay toplarken otantik-simbiyotik ilişkinin simgelediği imtiyazlı halin, yeni adli yıl açılışında “halk” muamelesine dönüşmesi, hakim ve savcıların yeryüzüne inişini değil, son Mohikan gazetecilerden Alican Uludağ’ın ifade ettiği gibi “mitinge giden” kalabalığın “mecburi görevini” anlatıyordu.
Adli yıl açılış töreninde yargının “bağımsız ve tarafsız”lığının “Rahip Brunson” çifte baskısı ile hatırlatılması biraz ironik olsa da yargının terazisini tartacak kritik davalar eylül ayında bolca…
Gazeteci arkadaşımız Çağdaş Kaplan’ın “Yargının Kürt basını mesaisi: Eylül’de 84 gazeteci yargılanacak” derlemesinde dikkatinizi Gün Matbaacılık Davası’na çekmek istiyorum.
KHK ile kapatılan Özgür Gündem Gazetesi’nin ardından yayına hayatına başlayan Özgürlükçü Demokrasi Gazetesi’ni basan matbaa mart ayında polis tarafından basıldı, matbaa sahibi Kasım Zengin’in de aralarında bulunduğu 21 kişi tutuklandı. İlk duruşma 18 Eylül’de…
Gün Matbaacılık 90’lardan bu yana Kürt basınına hizmet vermiş bir matbaa… Savcı Uğur Kaan Arısoy tarafından hazırlanan iddianameden anlaşılıyor ki kayyum atanan matbaanın “şirket ortaklık payına el konulmuş, ortaklık payının karşılığını oluşturan değerler de müsadere” edilmiş. Özcesi on yıllardır çalışan bir matbaa ekonomik olarak da el değiştirmiş.
Matbaada “dil, din farkı bilmeyen amele sınıfı” emek gücü ile çalışırken bir gün paketlemenin, baskı makinesini kullanmanın, montaj yapmanın, dağıtım işinde çalışmanın suç olduğunu nerden tahmin edeceklerdi. Ahmet Kaya’nın şarkısında dediği gibi ‘Üst baş toz içinde’ gözaltına alınacaklarını nerden bileceklerdi.
İddianamenin esasını günlük gazete Özgürlükçü Demokrasi’nin 20.01.2018-27.03.2018 tarihleri arasındaki nüshalarında yer alan haberler oluşturuyor. Ağırlıklı olarak da Afrin harekatıyla ilgili haber, yorum ve açıklamalar. Ağustos 2016 yılında yayın hayatına başlayan günlük gazete ile ilgili iddianamede tam 16 kez “Sözde Gazete” ifadesi kullanılıyor. İddia tarafı, değil iddia, doğrudan yargısını veriyor. “Sözde” dilinin hafızalarda nerelere denk düştüğü hatırlanırsa, “değersizleştirme” ya da “yok sayma” siyasetinin kollarının nerelere uzandığı fark ediliyor. Zira Cumhuriyet Gazetesi davasında da gördüğümüz şey benzerdi. Gazetecilik ve haber kriterlerini savcılar artık belirliyor. Gazetenin attığı manşetlerin gazetecilik açısından değerlendirmesine, konumuz 18 Eylül’de görülecek dava olduğu için, bu yazıda yer vermiyorum.
İddianamede dikkati çeken bir diğer nokta; İstanbul Ticaret Odası sicil kayıtlarına göre matbaa şirketine kayyum atanma tarihi, matbaa baskınından iki gün önce, 26 Mart’ta, kayyum tescil tarihi ise baskından iki gün sonra yani 30 Mart’ta. Gazetenin avukatları 28 Mart’taki baskında kayyumun el koyduğu iddiasını günlerce doğrulatmaya çalışmışlardı.
İddianameye göre Gün Matbaacılık’ın 2014 yılından beri tek sahibi ve müdürü olan kişi, bu tarihten önce de basılan kitap ve dergilerden sorumlu tutuluyor. Basılan kitapların “Uluslararası Standart Kitap Numarası”na sahip olduğunu, raflarda rahatlıkça bulunabildiğini belirtmek isterim. İddia makamı, matbaanın bastığı yayınlar hakkında farklı tarihlerde ve ağırlıklı olarak da Sulh Ceza Hakimliklerinin verdiği toplatma, dağıtım ve satışını yasaklama kararlarını iddialarına delil olarak sunuyor. Bu arada şu notu da düşelim: 110 yayın hakkında mahkemelerin verdiği kararlar arasında doğrudan yasaklanan yayın sayısı az. Ancak satışı ve dağıtımı yasaklanan yayın sayısı 100’e yakın.
İtalyan filmlerinde meşhur repliklerdendir: Seni öldüreceğim, yetmez aileni de, tavuklarını da… Suçun şahsiliği ilkesi artık işlemiyor yargıda. Torba cezalandırma sistemi yürürlükte. Gün Matbaacılık’ın başına gelen de biraz böyle…
İbrahim Müteferrika’nın kulakları çınlasın…