Hicri İzgören
“Bir gün ölürüm ben / milad benim adımla başlar / alnımda at koşturur kanlı çocuklar / bilemem, nereye yağar / sokak ortasında bıraktığım yağmur / hangi hayatı savurur / içimde büyüttüğüm fırtına / yüzümden bir kuş sürüsü havalanır / birden bir şarkıyı susar / kitaplarımda altını çizdiğim yerler.”
***
Şair arkadaş Ahmet Çakmak’tan bir telefon…Her zamanki gür sesi kısıktır bu kez. Birkaç cümleyle kötü habere hazırlamaya çalışır seni ama ne fayda, son cümlesinde vurgun yemiş gibi olursun: “Salih’i, Salih Bolat’ı kaybettik abi.”
Kabullenmek istemezsin, yanlış duydum herhalde dersin…İçinden bir parça kopmuş gibi. Solukta bir daralma, boğazda düğümlenme ve iç çekme gereksinimi…Ne yapacağını bilmez durumda odadan odaya döner durursun.
Kötü haber medyaya da tez ulaşmıştır: “Şair, yazar ve akademisyen kimliğiyle bilinen Salih Bolat, koronavirüse yenik düştü. Bir süredir hastanede covid-19 tedavisi gören 66 yaşındaki edebiyatçının vefatı sevenlerini yasa boğdu.”
Öyle olur hep. Bir süre sonra çaresiz kabullenirsin. Sonra şiirler ve anılar sökün eder, bir film şeridi gibi geçer gözlerinin önünden.
“Hem nasıl ölünür bir yaprağı anlamadan / bir anıyı özlemeden.”
***
Aynı kuşaktandık. Yüz yüze tanışmadan önce şiirlerimiz aynı dergilerde kucaklaşmış, tanımışlardı birbirlerini. 1980 dönemi Kırşehir sürgünlüğümde hafta sonları Ankara’ya kaçardım. Salih o sıralar Ankara’daydı. Ankara demek bizim için Konur Sokak ve benzeri birkaç sokaktı. Aynı kuşak ortak şair, yazar arkadaşlarla Expres Han’da şarap eşliğinde dumanaltı sohbetlere dalardık. Salih’in ‘Yaşanan’ adlı ilk şiir kitabıyla Akademi Kitabevi Ödülleri’nde aldığı Başarı Ödülü’nü de aynı ortamda kutlamıştık.
O günlerde bir üniversitede çalışıyordu. Sonraları İstanbul-Kadıköy’ü mesken edindi. Sosyal politikalar ve eğitim bilimleri okudu. Uzun yıllar iletişim bölümlerinde dersler verdi.
Çalışkandı. Hep konuştu, hep tartıştı, hep yazdı. Ödüller aldı. Dersler verdi, hem kendini hem öğencilerini çoğalttı. Köşe yazdı, medyada programlar yaptı…Birçok alanda çalıştı ama asıl sanata, edebiyata adanmış bir yaşamdı onunkisi. Bu sevda Onu hiç terk etmedi.
***
2002’de ödül töreni için Diyarbakır’a gelişinde birlikte gezmiştik kentin sokak ve varoşlarını. Duygularını döndükten sonra yazacaktı:
“…Diyarbakır İkinci Kültür Sanat Festivali’nin benim için özel bir anlamı vardı. Ahmed Arif Şiir Ödülü’nü almak için gelmiştim bu tarihin yükünü taşımaktan yorulmuş kente. ‘Kente gelenler arasında bir kan lekesi gibi duruyordum.’
Evet. Kente geldiğimde, Diyarbakır insanı halk olmanın bilinciyle, Ahmed Arif şiirindeki lirizmi yaşıyordu. Dicle Nehri aşağıda, surların ötesinde bir tanıklığı akıyordu. Neyin tanıklığıydı bu? İnsanca yaşamak isteğinin ağır bedelinin tanıklığı, yapamamanın, gidememenin ama bilmenin acısının tanıklığı.”
***
Hafızamda kalan son karede, Moda sahilindeki parkta o çok sevdiği bankların birinde oturuyorduk. Gözlerimizi denize dikmiş, susmaca oynuyorduk.
“Sen ben ve adını bile bilmediğimiz bir İstanbul / ben geçip giden gemileri kovalamaktan / soluk soluğa kalmışım / İstanbul uykusuz gözlerini oğuşturuyor / bir martı beyazlığını düşürüyor masamıza / bir polis kimliğimizi soruyor.”
Zarif ve naif sözcükleri sanki Onda vücut bulmuştu. Anıların her karesinde eksik olmayan o zarif duruş, o dinginlik, yüzünde hiç eksik olmayan o gülümseme.
Ölüm beklemiyor hiçbir şeyi…Ne yarım kalmış bir iş. Ne söz verilmiş bir buluşma, ne yarım kalmış şiirler, ne kar ne de kış. Gelir tıklar kapımızı, nerede ne zaman kim bilir? İşte geldi aldı elimizden Salih’imizi.
“Bir gün ölürüm ben / belki bir ölüm tezgâhında, terler içinde / hiç acı duymam seni düşündüğüm için / o anda kar fırtınasına tutulmuştur / dağ başında bir çiçek / hiç acı duymam, çiçeğin acısını duyduğum için / ama ölmekten korka korka ölürüm /
yaşamayı sevdiğim için.
Evet, Salih yok artık ama anısı ve şiirleri var yaşayacak.