Eren Keskin
İnsan hakları mücadelesi içinde o kadar çok şeyi öğrendik, o kadar çok tartıştık ve geçtiğimiz yıllarda doğru dediğimiz birçok şeye, bugün yanlış dediğimizi tespit ettik ki, sonuçta şu bize öğretildi bu kadar süre boyunca; İnsan hakları mücadelesi süresizdir ve sürekli öğrenirsiniz bu mücadele içinde ve her şey insana aittir.
İnsan hakları mücadelesi içindeki tartışmalarımızdan biri de işkenceydi. İşkencede mağdurun kimliği önemli midir? Biz 90’lı yılların başında bu konuları oldukça uzun süre tartıştık. Çoğumuz tabii ki mağdurun kimliğinin önemli olmadığını düşündük. Ama bazı arkadaşlarımız da “hayır bize işkence yapanlara karşı biz nasıl bu kadar demokrat olabiliriz?” diye karşı çıkıyorlardı. Ama sonuçta insan hakları savunucuları, kendi doğrularını tespit ettiler ve şunu söylediler; “işkenceciye bile işkence yapılamaz.”
Gerçekten de işkence söz konusuysa eğer, işkence mağdurunun kimliği hiç önemli değildir. Burada hemen aklıma yıllar önce yaşadığımız bir olay geliyor. Uzun yıllar önceydi. Genç bir adam geldi ve dedik ki, “ben ülkücüyüm, askerdim, komutandan işkence gördüm.” Benim dışarıda avukatlığımı yapan avukatlar; “biz devletin askerine karşı suç duyurusunda bulunmayız” dediler. Bir gazeteci sizi önerdi ve geldim.” Benim işkence davama bakar mısınız?” dedi.
Bu kişiyi dinledik. Vücudundaki izleri gördük. Aldığı raporları gördük. Gerçekten de komutanı tarafından ağır işkenceye maruz bırakılmıştı. Ve ben işkence davasında kendisini avukatı olarak temsil edebileceğimi söyledim. Çok uzun süreler şehirlerarası askeri mahkemeye gittik, geldik; sonuçta iç hukukta bir şey elde edemedik her zaman olduğu gibi… İşkence yine cezasız bırakıldı. Ancak çok uzun zaman geçtikten sonra bir gün ofisimize geldi; seçimler yaklaşmıştı. Ve dedi ki “ben çok şaşırdım bana yaptığınız yardımlara ve ben bu nedenle (o zaman parti Hadep’ti), HADEP’e oyumu vereceğim” dedi.
Benim için aslında kime oyunu vereceği hiç önemli değildi. Ama bir insana hiç beklemediği bir yardımın yapılması, ona destek olunması durumunda ya da onun işkence gördüğüne inanıp, onun bu mağduriyetinde yanında olunması durumunda bir insanın değişebileceğine şahit olduk ve bize bu oldukça şaşırtıcı geldi.
Geçtiğimiz hafta içinde Ankara Barosu’nda İnsan Hakları Merkezi’nin Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde gözaltında tutulan ve cemaat mensubu olduğu bir takım insanlarla görüşme yapıp, onların gördüğü işkenceye ilişkin bir rapor hazırlandığını ve bu raporun Ankara Barosu tarafından sansürlendiğini, hatta mağdur beyanlarının sansürlendiğini öğrendik.
Bu nedenle, İnsan Hakları Merkezi’nde çalışan avukatlar istifa ettiler. Ve bu durum gerçekten yaşadığımız bu çağda ve kendilerini muhalefet olarak tanımlayanların gösterdiği bu tavır, bana son derece uzak ve sorunlu geldi.
Yine yıllar önceydi. İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi olarak, idam karşıtı bir kampanya başlatmak istiyorduk, “İdam, Cinayettir” başlığı altında… Ve bu kampanyayı nereden başlatacağımızı düşünürken, tabii ki birçoğunluk arkadaşımız “Deniz Gezmiş’in mezarına gidelim ve bu açıklamayı orada yapalım” dediler. Ancak bazı arkadaşlarımız da dediler ki, “hayır, şaşırtıcı olalım”, gerçekten “idam cinayettir “, Kim olursa olsun idam edilmesine karşıyız fikrini daha açıkça anlatabilmek için “Adnan Menderes’in” mezarında yapalım” dediler.
Ve biz İHD İstanbul Şubesi olarak Adnan Menderes’in mezarı başında “İdam Cinayettir” diye basın açıklaması yaptık. Bu birçok kesim açısından son derece şaşırtıcı bulundu. İnanmadılar. Nasıl insan hakları savunucuları giderler de Adnan Menderes’in mezarı başında açıklama yaparlar diye… Ama biz bu konuda çifte standartsız olduğumuzu, ölüm cezasına herkes için karşı olduğumuzu, idamı cinayet olarak kabul ettiğimizi açıklamak üzere bu yeri seçmiştik. Ve bizce de son derece olumlu sonuçlar doğurdu.
Sanırım Ankara Barosu “Kemalist” şartlandırmalarla ya da iktidarın yapacaklarından duydukları endişe ile, bu işkence raporunu açıklamadılar ya da sansürleyerek açıklama gereğini hissetiler. Bunun hala insan hakları alanında ne kadar sorunlu bir durum olduğunu bir kez daha böylece görmüş olduk.
Bugün, işkencenin bir devlet politikası olduğunu her zaman dile getiriyoruz. Diyoruz ki; sadece işkenceyi yapan polis, asker, korucu değildir suçlu olan. Onları yeterince sorgulamayan savcılar, haklarında beraat kararı veren ya da zaman aşımından düşüm kararı veren hakimler ve bu işkenceyi belgelemeyen Adli Tıp hekimleri hepsi bu sistematiğin parçaları durumundalar.
Biz eğer işkence bir devlet politikası diyorsak, işkencede zamanaşımı olmaz diyorsak, işkence insanlığa karşı işlenmiş bir suç diyorsak ve mağdur ayrımı yapıyorsak, o zaman kendimizi sorgulamamız gerekiyor.
Bugün cezaevlerinde birçok işkence mağduru var. Adli Tıp raporlarıyla işkence belgelenmediği için, işkencenin cezasız kaldığı mağdurlar bunlar… Ve bunların birçoğu hasta mahpuslar. Yine Adli Tıp, hasta mahpusların da cezaevlerinde kalamayacaklarına dair raporlar vermiyor ve onları ölerek cezaevinden çıkmaya maruz bırakıyor. Ailelerini ise acı ve sıkıntı içinde bırakmaya devam ediyor.
Biz bugün eğer mağdurlar arasında böyle bir ayrım yapma yoluna gidersek, o zaman egemenlerin politikalarını da beslemiş oluruz ne yazık ki…
Türkiye Cumhuriyeti devleti, kendi iç hukukun da, işkenceyi yasak bir sorgu yöntemi olarak belirlemiş; bunu yazılı hukuk kapsamına almış. Ayrıca altına imza attığı Uluslararası Sözleşmeler, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere işkenceyi suç sayan sözleşmelerin altına imza atmış. Ama maalesef ki hem kendi iç hukukunu hem de uluslararası hukuku ihlal ediyor. Çünkü Türkiye’de işkence hala varlığını devam ettiriyor. Ve biz eğer hukuk kurumları olarak, insan hakları savunucuları olarak bu işkenceyi meşru gösterecek adımlar atarsak, bu durumda egemenimizin tarafında oluruz maalesef.