İlham Bakır
Bütün sanat disiplinleri içerisinde sinema, en çok edebiyatla bir ilişki, bir alış veriş içerisindedir. Bu ilişki öyle sıradan bir ilişki değil, son derece organik ve temel bir ilişkidir. Özellikle ilişkilerin, yaşam biçimlerinin, olay ve durumlar karşısında insan tepkilerinin, insan karakter ve davranışlarının, mekanların ve hatta zamanın birbirine bu kadar benzeştiği günümüz gerçekliğinde edebiyat sinema ilişkisi daha da önem kazanıyor. Özgün bir çatışma, özgün bir karakter, özgün bir mekan yaratmak isteyen sinema, çoğunlukla yüzünü eski dönemlere, eski dönemlerde yazılmış edebiyat eserlerine çevirmek zorunda kalıyor.
George Melies’ın Jules Verne ait “Aya Seyahat” romanını sinemaya uyarlamasıyla başlayan edebiyattan sinemaya uyarlama ilişkisi başta Shakespeare, Tolstoy, Dostoyevski, Gorki, Hewingway, Turgenyev, Virginia Wolf, Marquez, Stainback, Jack London gibi bütün dünyanın kabul ettiği yazarlar olmak üzere yüzlerce romanın sinemaya adapte edilmesi ile devam etmiştir. Şüphesiz bu adaptasyon meselesi ile ilgili çok geniş bir düzlemde tartışma yürütmek mümkündür ki zaten bu tür tartışmalar çok geniş çevrelerce yapılmaktadır. Adapte edilmiş sinema eserinin, edebi eserin gücüne ne kadar ulaşabileceği, orijinal edebi esere ne kadar bağlı kalınacağı, adaptasyondaki etik yaklaşımın ne olacağı tartışılmaktadır. Fransız sinema yazarı ve eleştirmen Andre Bazin, adaptasyonun edebi metindeki sözün özünün ve ruhunun sinemada görüntülerle yeniden kurulması olduğunu söyler. İtalyan yönetmen Viskonti’nin, Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’inden yaptığı adaptasyon o kadar güçlüdür ki insan Dostoyevski’yi bilmese bu hikayenin kurucusunun Viskonti olduğunu ve bu hikayenin sadece sinemada kurulmuş olabileceğini düşünür. Fakat yine de Beyaz Geceler, Dostoyevski’nin sözleriyle asıl anlamını bulmaktadır bence.
Edebiyat ve sinema arasındaki ilişkinin adaptasyonun ötesinde çok daha derin ve güçlü bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Shakespeare ve Dostoyevski’den başarılı adaptasyonlar yapmış olan Japon yönetmen Akira Kurusowa, edebiyatla ilişkisini şöyle açıklar: “İyi bir senaryo yazabilmek için kendi dilinde ve kültüründe ve başka dillerde ve kültürlerde yazılmış edebi eserleri, romanları okumuş olmak gerekir. Ben okuduğum tüm edebi eserlerden notlar alırım. Neresini beğendiğimi, neden beğendiğimi, bazen bir karakterin bir tepkisini, bir sözünü not ederim. Bir senaryo yazmaya başlamadan önce mutlaka bu notları gözden geçiririm.”
Ben bir sinemacının, edebiyat eseri ile kurduğu ilişkinin Kurusowa’nın tarif ettiği şekilde olması gerektiğini ve mutlaka bu ilişkiyi kurması gerektiğini düşünüyorum. Dostoyevski hayranlığı ve etkisi hayli büyük olan Zeki Demirkubuz’un bu yazarla kurduğu ilişki bir adaptasyon ilişkisi değil bir beslenme, güç alma ilişkisidir ki Kurusowa’nın tanımladığı ilişkiye benzemektedir. Zeki Demirkubuz sinemasının başarısında bu etkilenme ve beslenmenin gücü hayli fazladır. Yılmaz Güney de edebiyat sinema ilişkisini çok güçlü kurmuş sinemacılardan biridir. Yılmaz Güney’in edebiyatçı kişiliği çok az bilinir. Oysa Güney’in öykücülüğü, söz ustalığı kimi zaman bir Dostoyevski duyarlılığında insan ruhunun derinliklerinde, karanlık dehlizlerinde gezinir; kimi zaman Tolstoy’un her bir cümlesi bir sosyolojik analiz metni olarak değerlendirilebilecek cümleleri kadar kendi toplumunu anlayan ve analiz eden, ağrısını hisseden, bu ağrıya çareler arayan bir edebiyat ustasıdır. Söz kurmada, sözcükleri ipe dizmedeki bu ustalığı onun sinematografisinin bel kemiğini oluşturur. Çektiği filmlerin çok büyük bir bölümünün senaryolarını kendisi yazmıştır. Söz ve fotoğraf, Yılmaz Güney’in edebi öykülerinde de sinema filmlerinde de kucak kucağa yol alırlar. Sözünde fotoğraf, fotoğraflarında güçlü bir söz ustalığı vardır.
Sonuç itibariyle bir halkın sinemasının, bir yönetmenin sinemasının o halka ve dünya halklarına ait güçlü edebi eserlerden beslenmemesi durumunda özgün ve güçlü bir sinema yaratabilmesi çok zordur. Fakat sinema ve edebiyat arasındaki ilişkinin bir adaptasyon ilişkisi olarak kurulmasına ve zaten kendini sanatsal olarak tamamlamış bir yapıtın sinema yolu ile yeniden kurulmasına çok da sıcak bakmıyorum. Bir filmin hikayesini yazanın ve yönetenin aynı kişi olması gerektiğini, yönetmen açısından bunun hikaye üzerinde çok daha güçlü hakimiyet ve sinematografik yaratıcılığı ortaya çıkaracağını düşünüyorum. Öyküyü kuranla öykünün sinematografisini kuran kişinin aynı kişiler olduğu filmler, derinlikleri, detay hakimiyetleri açısından kendilerini çok belli ediyorlar.
Salpa’da, geldiği büyük kentte tutunamayan birinin değişme sancıları öncesindeki gerçekliği yansıtılır. Yaşamı algılayış, kavrayışla birlikte başlayan bilinçlenme sürecinin “Salpa”yı ulaştırdığı hesaplaşma “an”ı, “güvensizlik, korku, tedirginlik” ağındaki yaşamında onu sürekli bir sorgulayışa, arayışa iter. Sınıfsal, toplumsal bilincin uyanışıyla, özgür olabilme bilincinin oluşumu da işte bu aşamadan sonra oluşur.