Pero Dündar
Türkiye Cumhuriyeti tek dilli ve tek kimlikli bir ülke olarak dizayn edildiği ilk günlerinden beri farklı dilleri ortadan kaldırmaya dönük politikaları temel almıştır. Burada dilden kastımız iki anlamdadır: Birincisi tek ve resmi dil olarak tanınan Türkçe dışındaki diğer dillerin asimilasyon politikalarının hedefi olmuş olan dil, ikincisi ise söylem alanında egemenin sözü karşısında kendini konumlandıran, ezilenlerin ve ötekileştirilenlerin söylemini oluşturan dildir.
Türkçe’nin tek dil olarak kabulüyle birlikte milyonlarca insanın konuştuğu birçok dile ve bu dillerin temelini oluşturduğu kültürlere karşı amansız bir asimilasyon politikası yürütülmüştür. Bu yok etme politikalarından en çok nasibini alan ise Kürtler olmuştur çünkü Kürt, dilini ve kültürünü tüm baskı araçlarına rağmen kullanmaya devam etmiş, dilinin yasal statü kazanması için zorlu bir mücadele yürütmüş ve yürütmektedir.
Egemenler, her daim zulmün ve haksızlığın karşısında olan sesleri susturmak istemiştir. Hakikati dile getirme cesareti gösterenlere türlü yıldırma yöntemleri uygulanmıştır. 12 Eylül sonrası cezaevlerinde bu yöntemlerin en insanlık dışı halleri uygulanmıştır. Bu dönemde yaşanan işkenceler, hala hafızalarda en diri haliyle yerini korumaktadır. Cezaevlerinin duvarlarına asılan “Türkçe konuş, çok konuş!” yazıları zihinlere kazınırken devrimci tutsaklara yönelik diş çekme, dil yakma hala çok net hatırlanan işkencelerdendir. Bu yöntemlerle verilmek istenen mesaj çok nettir: “Susacaksın eğer konuşacaksan da Türkçe konuşacaksın. İtiraz etmeyeceksin, biat edeceksin. Yoksa camide söylediğim gibi ‘O dili koparmayı bilirim.’.”
İster sanatçı olsun ister gazeteci kim ki hakikati dile getiriyorsa bu zulmün hedefindedir. Bunu halkının haklarına ve acılarına sessiz kalmayan bu sebeple “faili belli” bir cinayetle katledilen Apê Musa’dan biliyoruz. Hakikatten bir an olsun vazgeçmedikleri için üç ofisi eş zamanlı bir şekilde bombalanan Özgür Ülke gazetesinden biliyoruz. Hrant Dink’ten, Metin Göktepe’den ve bugün gerçekleri yazdığı için tutsak edilen onlarca özgür basın emekçisi gazeteciden biliyoruz. Savaş siyasetine karşı barıştan yana tavır alarak “Bu suça ortak olmayacağız!” bildirisine imza attıkları için ihraç edilen, sürgünde yaşamak zorunda kalan Barış Akademisyenlerinden biliyoruz.
Tekçi rejimin nefret dili karşısında konumlanan, var olan savaş siyasetine karşı barıştan yana söz üreten herkes düşman siyasetinin hedefi olmuştur.
Hele bu sözü üreten kadınsa; dünyanın neresinde olursan ol payına düşen zulüm iki katına çıkıyor. Taliban zulmüne karşı başkaldıran Afganistanlı kadınlarda, İran’da Kürtçe öğretmenlik yaptığı için tutuklanan Zara Mohammadî ’ye yönelik saldırıda aynı aklın kadın düşmanlığıdır.
İşte bu kadın düşmanlığının Türkiye’de ki son örneği ise “Cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla tutuklanan gazeteci Sedef Kabaş ve sanatçı Sezen Aksu olmuştur. Ahmet Kaya’yı hedef göstererek sürgünde yaşamını yitirmesine neden olan zihniyet bugün Sezen Aksu’ya yönelik saldırılarla kendini göstermiştir. Cumhurbaşkanı cami içerisinde Aksu’nun “dilini koparmanın” kendi “görevi” olduğunu söylemiş ve sanatçı alenen tehdit edilmiştir. Sezen Aksu’ya ve Sedef Kabaş’a yönelik saldırılar, elbette ki yalnızca onların şahıslarına dönük değildir. Bu saldırıların temelinde yeminli kadın düşmanlığı vardır. Kadını ‘dilinin koparılması gereken bir nesne’ olarak görmeye devam eden zihniyetin sonucudur bu saldırılar. Tahammül edemedikleri, kısmak istedikleri şey, erkek – devlet aklına karşı kendi sözünü üreten kadınların sesidir. Susturulmak, sindirilmek istenen Kürtler, Aleviler, kadınlar, gençler, emekçiler başta olmak üzere, tüm ezilenler ve ötekileştirilenlerdir.
Baskının, zulmün, işkencenin olduğu yerde insanlar sesleriyle, sözleriyle, kalemiyle, şarkıları ile isyanını dile getirir. Ve bu saldırılarda asıl amaçlanan bu isyanı bastırmaktır. Diliyle, kalemiyle, sanatıyla üreten, mücadele eden herkesi sindirmektir. Çünkü o dillerden dökülenler insanları yaşatmak üzerindendir. Savaşın dili değildir. Yakıp yıkmak üzerinden oluşturulan bir dil değildir.
Bu topraklarda demokrasi, eşitlik ve özgürlük için mücadele eden tüm kesimler çok iyi biliyor ki iktidarın tehditleri tek tek bireylere değil, ezilenlere itiraz edenlere, zulümden yana saf tutmayanlaradır. Çünkü hakikatten korkuyorlar, hakikati dile getirenlerden korkuyorlar. Hakikatin önüne hangi bendi çekerlerse çeksinler, yıkılacağını çok iyi biliyorlar.