İki gün önce Twitter’da bir kere daha ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve nefret söylemi içeren bir “etiket” ile binlerce paylaşım yapıldı. 2011 yılında başlayan Suriye’deki savaş sebebiyle Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan Suriyeli mültecilere dair “nefret” içeren bu etiket (#SuriyelilerDefolsun) paylaşım sayısı ile zirve oldu. Konuya dair yazılanlar Türkiye’de yaşanan pek çok toplumsal ve ekonomik sorunun gerçek sebeplerinin çoğu kişi tarafından görünmez olduğunu gösterirken Suriyeli mültecilerin yaşanan sorunların günah keçisi olarak algılandığını açık etti.
Elbette bu nefret söylemine karşıt, hak temelli ve bir arada yaşamı savunan ifadeler de kampanya ortamında paylaşıldı. Ancak onca nefret ifadesinin bu kadar kolay, hiçbir yasaya takılmaksızın paylaşılabilmesi, önümüzdeki günler için oldukça endişe verici. Çünkü Türkiye nefret söylemlerinin kolaylıkla nefret eylemlerine dönüşebildiği bir ülke…
Ekonomik krizin yükseldiği, enflasyonun, işsizliğin arttığı, yoksulluğun derinleştiği bugünlerde tüm bunların sebebi olarak algılanan Suriyeli mültecilere yönelik nefretin de sosyal medyada kalmayabileceği kolaylıkla tahmin edilebilir. Tahmin edilebilecek bir diğer durum da zaten büyük zorluklarla Türkiye’ye gelmiş ve burada da pek çok sıkıntı yaşayan mültecilerin bu kampanyadan sonra kendilerini ne kadar güvende hissedebileceği…
Türkiye’de yaşanan ekonomik ve toplumsal sorunların gerçek sebeplerinin görünmez olmasının, Suriyeli mültecilerin ise sorumlu ilan edilmesinin sebebi şüphesiz ki sadece bilgi yetersizliği, analiz eksikliği ya da empati yoksunluğu değil. Bu yanlış temellendirmenin sebebi Türkiye toplumunda ve devletinde her daim kolaylıkla işletebilen ırkçılık sistematiği.
Türkiye’deki ırkçılık sistematiği tabii ki sadece Suriyeliler için işletilmiyor. Yahudilere, Ermenilere, Kürtlere, Rumlara ve “kendinden olmayan” herkes için bu sistematik kolaylıkla açığa çıkabiliyor. Hrant Dink Vakfı’nın 2009 yılından bu yana yayımladığı “Medyada Nefret Söylemi Raporları” bu sistematiği görünür kılıyor. Raporlara göre nefret söyleminin ve ayrımcı söylemin temelinde önyargılar, ırkçılık, “yabancı korkusu/düşmanlığı”, ayrımcılık, cinsiyetçilik ve homofobi gibi anlama ve anlamlandırma biçimleri yatıyor.
Vakfın 2017 raporunda; Türkiye’de nefret söylemine en sık maruz kalan 25 gruptan söz ediliyor. Bu grupların başında Yahudiler var. İkinci sıradaki Suriyelileri, Ermeniler takip ediyor. Yunanlılar, Hristiyanlar, Budistler diye sıralanan listede İngilizler, Almanlar, Araplar ve Kürtler de bulunuyor.
Raporun ayrı bir bölümünde Suriyeli mültecilere yönelik “ekonomik ve toplumsal sorunların sebebi” algısının medyada nasıl üretildiğine dair örnekler yer alıyor. Bu örneklere göre Suriyeli mülteciler medyada; sistematik olarak cinayet, hırsızlık, taciz gibi adli olaylarla anılırken güvenlik sorunları ve “terör”le özdeşleştiriliyor. Olumsuz ekonomik gidişatın ve işsizliğin sorumluları olarak gösterilirken “gerginlik” kaynağı olarak etiketleniyor. Suriyeli kadın mülteciler aileye ve topluma yönelik bir tehdit olarak sunulurken üniversiteye sınavsız giriş ve “Fırat Kalkanı Harekatı” gibi konular etrafında yabancı düşmanlığına maruz kalıyor. Tıpkı iki gün önce Twitter’da gerçekleştirilen nefret kampanyasında olduğu gibi.
Raporda yayımlanan bu haberlere de sosyal medyada iki gün önce düzenlenen nefret kampanyasına da adli bir süreç başlatılmadığını biliyoruz. Konuya ilişkin devlet yetkilileri tarafından nefret söyleminin nefret eylemine dönüşmesini engelleyecek, bir arada yaşamı güçlendirecek, insan haklarına dayalı bir açıklama yapılmadığını da…
Oysa sınırları içerisinde bulunan mültecileri nefret suçlarından, ayrımcılıktan, şiddetten korumak devletler için lütuf değil bir insan hakları yükümlülüğü.
5 yaşındaki Suriyeli Muhammedin Mersin’de parkta, 16 yaşındaki Ahmet ve Abdülhamit Taben’in Hatay’da işyerinde, 10 aylık Halaf Al Rahmun’un 9 aylık hamile annesi ile Sakarya’da öldürülmesi Türkiye’de mültecilerin ne yazık ki nefret suçlarından korunmadığını gösteriyor.
14 Temmuz günü İtalya yargısı bir İtalyan’ın iki göçmene “Ne yapmaya buraya geliyorsunuz? Defolup gidin” diyerek saldırıda bulunmasına ilişkin davada karar verdi. Mahkeme sanığın doğrudan ve açıkça bir ırkın diğerinden üstün olduğunu söylemese de göçmenlerin “ırksal kimlikleri nedeniyle İtalyan topraklarından gitmelerini istediği” ve bu şekilde “ayrımcılık yaptığını” söyledi. Yani Türkiye’de kullanılan #SuriyelilerDefolsun söylemininin çok benzeri bir ifadeyi ırkçılık ve suç olarak kabul etti. Darısı başımıza…