Ayşe Acar Başaran*
Bir ses duyuluyordu jandarmanın oluşturduğu etten duvarın ardından, mekanik bir ses ‘intikam’ diyordu, ‘içimi soğuttum’ diyordu. Katil yaptığını suç olarak görmüyordu. Görmesi için bir sebep de yoktu!
Mahkeme onundu, adliye onundu, ülke onundu…
Bir İzmir kışı, buz gibi bir hava, keskin esen rüzgar, adliye kapısında biriken kalabalık, dillerde deniz, gözlerde isyan, yüreklerde soğuktan da keskin acı-öfke karışımı his, karşıda Deniz katledilirken görünmez olan ama Deniz’in hakkını arayanların karşısına dizilen polis… Kapıda içeri girme kavgası… Halbuki katil çok rahat girmişti İzmir il binamıza, partinin tam karşısında kurulan provokatör karakoluna rağmen. Deniz’i çok rahat katletmiş ve polis abilerinin kollarına sığınırken büyük bir anlayışla sarmalanmıştı.
Mahkeme salonunda da çok rahattı. Çünkü yalnız değildi, bütün mahkeme heyeti, jandarma, polis onu koruyacaktı.
Buz gibi soğuk hava sanki bu gerçekler karşısında hissettiğimiz acı ve öfkeyle daha da keskinleşti. İçerisi dışarısından daha soğuktu. Hava da ağır mı ağırdı şiirde söylendiği gibi. Duruşma bir türlü başlamıyordu. Halbuki mahkemenin çok acelesi vardı, hızlıca bitmeliydi dava, tuzun kokusu daha çok yayılmadan. Sonunda duruşma salonuna girebildi insanlar ve katil savunmasına başladı. Söylenenler hem çok tanıdıktı hem de alışmak istemediğimiz söylemlerdi. Bir ses duyuluyordu jandarmanın oluşturduğu etten duvarın ardından, mekanik bir ses “intikam” diyordu, “içimi soğuttum” diyordu. Katil yaptığını suç olarak görmüyordu. Görmesi için bir sebep de yoktu. Mahkeme onundu, adliye onundu, ülke onundu.
Katil resmî devlet ideolojisini, nasıl bir profesyonel katil olduğunu anlatıyordu. Çocukluğundan aşılanmıştı Kürt düşmanlığı, “98 yılından başladı HDP nefretim” diyordu. O dönem HDP’nin henüz olmadığını o da herkes gibi biliyordu. HADEP’ti o dönem Kürtlerin demokratik siyaset yürütmeye çalıştığı parti. Söylediği tarihten bir yıl sonra HADEP kapatılmıştı, tıpkı şimdi HDP’nin kapatılmaya çalışıldığı gibi. Resmî ideoloji o gün de bugün gibi Kürtleri demokratik siyasetin, yaşamın dışına itmeye çalışıyordu. Ve çocuklara Kürt düşmanlığını aşılıyordu. Kürt yoktu, varsa da köle olmaya mahkûmdu, egemenin sömürgesi olmayı kabul etmeliydi.
Minbîc’e de gitmişti katil. Hakim “neden?” diye sormadı, “Neden Kürtler nerede özgürlük adına ufacık bir adım atsa orada karşında duruyorsunuz?” demedi çünkü aynı ideoloji “Kürtlere karşı suçu akla, görme” diyordu. 90’lı yıllarda yaşanan binlerce faili meçhulü sormadığı gibi sormadı hakim yine. Katil masum, savunmasız bir genç kadını katletmiş olmayı kahramanlık gibi anlatıyordu. Pişman değildi, çünkü vatanı bayrağı için yapmıştı, elinde olsa fazlasını da yapardı. Bütün suçları örtüyor çünkü bu ülkede bu söylem. Deniz belirlenmiş hedef değildi, ne de olsa herkes aynıydı onun gözünde, öyle diyordu sürekli. Katili farklı simalarla her gün televizyonlarda dinliyor bütün toplum. Gazeteler yazıyor, Meclis kürsülerinde çekinmeden söylüyor iktidar yetkilileri ve destekçileri.
Partimizin önüne açılan çadırlarla iktidarın Kürt sorununu çözmemekteki ısrarının sonuçları partimize yüklenmiyor mu? Yöneticisinden vekiline, bakanından Cumhurbaşkanına nefretin hedefi haline getirilmiyor mu partimiz? Katil de çadırlar için bunu söylemiyor mu, “o çadırlardaki kişilerden etkilendim”, demiyor mu? Katilin beslendiği kaynak böylece akmaya devam etmiyor mu?
Semra arkadaşımızın 8 yıl önce çözüm sürecinde çektirdiği fotoğraflarla başlayan süreç de benzer bir şekilde, aynı kaynaktan çıkan hedef göstermelerle yürütüldü.
İktidarın tetikçi medyası tarafından servis edilen fotoğraflardan sonra Semra vekilimiz linç edildi, 2017 yılında elde edilen fotoğraflar 5 yıl sonra gündeme getirildi ve Semra’nın dokunulmazlığının kaldırılması için açıklamalar yapıldı. “Neden şimdi” soruları geri planda bırakıldı, iktidar sıkıştıkça bu tür saldırılar ve kumpaslarla ömrünü uzatmaya çalışıyordu. Semra’nın hikayesi onlarca, binlerce Kürdün hikayesiydi. İktidarın Semra’ya yaklaşımı, Kürt sorununa yaklaşımının resmiydi. Kurulan tuzak büyüktü ve tarihseldi. Fotoğraf kumpası üzerine dokunulmazlığının kaldırılması için jet hızıyla komisyon toplandı.
Toplanan komisyon basına ve milletvekillerine kapatılmak istendi. Dosyada gizlilik kararı olduğu söylendi ama gizli dosyadaki fotoğraflar bilinçli bir şekilde basına servis edilmişti. Bu da yetmezmiş gibi komisyonda yer alan AKPli vekiller bu fotoğrafları paylaşmışlardı. Suç işleyen bütün AKP vekilleri de aynı savunmayı yapıyordu “suçsa suç işledim, vatanım için suç işlerim” diyordu.
Hrant Dink katledilirken de, Nusaybin yakılıp yıkılırken de, belediyelere kayyumlar atanırken de, Deniz’i katleden kişi kendini savunurken de hep aynı tekrar vardı söylemlerde. Resmî ideolojinin eğitip donattığı, kaynağı belli bu tetikçi almıştı Denizimizin canını. Ödül bekler gibi, gururla savunuyordu yaptığını. Haksız da değildi beklentisinde, Kürtlerin nice katliamcıları ödüllendirilmişti.
Deniz’in annesine geldi söz. “Barış” diyordu Fehime Anne. Yıllarca zulüm görmüşken, ciğerinden bir parçayı yitirmişken hala “Barışı getireceğiz” diyordu beyaz tülbentiyle. Fehime Anne’nin sesi yüreklere yine işledi barışa dair inadımızı. Ne olursa olsun, barışı getirecektik.
Mahkeme ara verdiğinde dışarı çıktık. Birçok insan vardı orada, hepsi öyle ya da böyle iktidarın hedefi olmuştu. Buz gibi kış soğuğunda ısınmak için çay içerken yan yana oturduk Metin Lokumcu’nun oğluyla. Bütün kimliklerimizden sıyrıldık o an, farklı biçimlerde babalarını kaybeden iki gençtik oturduğumuz o yerde. İkimize de babalarımızdan miras kalan bir şey vardı bu topraklarda yaşayan binlerce insan gibi: “Hakikat ve yaşam için direnmek.” Belki bunu hiç söylememişlerdi yüzümüze, ama biliyorduk; bize onlardan kalan adaleti aramaktı. İçimizde intikam hissi yoktu. Onun da hakikate ulaşıp yüzleşmenin sağlanmasıydı esas istediği benim gibi, Barış Anneleri gibi, Cumartesi Aileleri gibi, Emine Şenyaşar gibi, Fehime Poyraz ve daha niceleri gibi…
Biz onlar gibi değiliz çünkü, acıyı biliriz, kaybetmenin ne demek olduğunu biliriz. Dilimiz için, kimliğimiz için, doğamız için direnmenin hak olduğunu biliriz, sonunda hakikatin kazanacağını biliriz. Umudu biliriz en fazla, ortadan kaldırılmak istenilen umudu; bir de bu toprakları ve geleceği nefretin değil, onurlu bir barışın kurtaracağını çok iyi biliriz.
O gün günlerden Deniz’di, Hepimiz Deniz olduk, yaşam olduk ve katilin yüzüne “bir gitsek bin geliriz” dedik. Geliriz ve o barışı getiririz dedik.
Bir kez daha söyleyelim,
Barış olsun sana sözümüz Deniz!
Kıştan sonra baharı getirelim, güneşe dönüp papatyadan taçlar takalım denizlerin saçına!
* HDP Kadın Meclisi Sözcüsü ve Batman Milletvekili