Fikret Başkaya
“… birçok kanıtın biriktiği, fakat düşüncenin geri kaldığı zamanlarda daima ansiklopediciler çağı başlar…”
Karl Marx
“Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini alamaz. Maddi güç ancak maddi bir güçle yenilgiye uğratılmalıdır. Yığınları etkisi altına aldığında, teori maddi bir güç durumuna gelir.”
Karl Marx
Şeyler, sosyal olgular sürekli değişen dinamik bir süreç olarak tezahür ediyor. Oysa onları adlandırmak, tanımlamak, anlamak, bilince çıkarmak üzere kullandığımız kelimeler ve kavramlar zamanla eskiyor hatta ölüyor. Zira onların da birer ömrü, birer tarihi var. Böylece, kullanmaya devam ettiğimiz kelimeler ve kavramlarla maddi-sosyal gerçeklik arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor.
Ölü bilgilerle dışımızdaki gerçekliği düşündüğümüzü, anladığımızı sanıyoruz, ama öyle olmuyor…Güneşli bir havada güneş gözlüğü takmak daha iyi bir görüş sağlar ama güneş battıktan sonra da gözlük takmaya devam edilirse, gözlük işe yaramamakla kalmaz, görüşü daha da zorlaştırır. Zira güneş gözlüğü takmayı gerektiren durum değişmiştir. Belirli bir eşik aşıldığında, belirli durumlar ve olaylar için kullanılan kelime ve kavramlar, karşı geldiği gerçekliği artık ifade edemez duruma geliyorlar. Tarımsal üretimin öküzle yapıldığı zamanın yakacağı olan tezek; üretimin traktörle gerçekleştirildiği, ısınmak ve yemek pişirmek için doğal gaz, elektrik, kömür kullanıldığı dönemde, artık karşılığı olmayan ölü bir kelimeden ibarettir.
Çiftçi ve köylü kelimelerinin de reel bir karşılığı olup-olmadığı artık tartışmalıdır… Köylü sadece köyde yaşadığı için köylü değildir. (Zaten AKP iktidarı köyleri mahallelere dönüştürdü.) Çiftçi-köylü, sahip olduğu toprak ve üretim araçlarıyla, kendisinin ve ailesinin ihtiyacı olan şeylerin çoğunu ürettiği ve genel bir çerçevede kendine yettiği için köylüdür. Şimdilerde ise köylü, ekseri tek bir ürün üretiyor ve onu satarak yaşamını sürdürüyor; dolayısıyla sadece emeğini satarak yaşayan işçinin durumuna yaklaşıyor. İşçi, kendisine haftalık veya aylık ödenen ücretle ihtiyacı olan şeyleri satın alır. Oysa köylü; ihtiyacı olan unu-ekmeği, sütü-yoğurdu-peyniri-salçayı-bulguru-yağı-yumurtayı, sebze ve meyveyi… velhasıl yaşamak için ihtiyacı olan şeylerin büyük çoğunluğunu kendisi ve ailesi üretiyorsa köylüdür. Köylüler artık domatesi pazardan, ekmeği fırından, sütü, yumurtayı marketten satın alıyorlar… Neoliberal küreselleşme çağında “sözleşmeli tarım” denilenin devreye daha çok girmesiyle de, çiftçi-köylünün işlediği toprağın, kullandığı üretim araçlarının hukuki mülkiyetine sahip olmasının artık bir kıymet-i harbiyesi yok… Çokuluslu tarım tekelleri, kapitalist tarım işletmeleri; çiftçinin neyi -ne zaman–nasıl-ne kadar üreteceğine, ürünü ne zaman teslim edeceğine, fiyatın ne olacağına, hangi gübrenin ve pestisitlerin-herbisitlerin nasıl ve ne kadar kullanılacağına vb. karar veriyor. Böyle bir çiftçi olabilir mi? Aslında çiftçi-köylü kelimeleriyle ifade edilen şey, bilindik asıl anlamından çok, günümüzde tuhaf bir ‘modern serflik’ durumuna tekabül ediyor… Şimdilerde çiftçi- köylü artık modern ırgat durumuna gelmiş bulunuyor…
İkinci bir sorun da; kelimeler, kavramlar dünyasının manipülasyona açık olmasıdır. Kelimeler ve kavramlar, ihtiyaca göre manipüle edildiğinde, şeyleri, toplumsal süreçleri anlamanın değil, anlaşılmasını engellemenin araçları durumuna geliyor. Mesela, demokrasi kavramının bir içeriği olması gerekiyor. Genel bir çerçevede demokrasi, insanların kendi kendilerini yönettiği, toplumsal iradenin, halk iradesinin tecelli ettiği [self- government/auto-gouvernement], kendi kaderini kendilerinin belirlediği bir sosyal yaşam tarzına gönderme yapar. Dolayısıyla sosyal demokrasi demeye gerek yok; zira demokrasi kavramının, tanımı gereği, zaten sosyali ve bireysel özgürlüğü içerir, içermesi gerekir. Şundan dolayı ki; ekonomik planda özerk olmayan bireyin, politik planda özerk olması mümkün değildir.
Ya da yan yana gelmesi uygun olmayan, ekseri antinomik kelimeler ve kavramlar yan yana getirilerek, oxymore’a başvuruluyor. Bu amaçla, ekseri, bir kelimenin veya kavramın önüne bir niteleme sıfatı getirilerek, bilinç çarpıtmasıyla, ideolojik manipülasyonla, insanların ideolojik egemenliği, gönüllü köleliği içselleştirmeleri amaçlanıyor. Mesela, ‘güçlendirilmiş parlamenter sistem’, ‘sürdürülebilir kalkınma’, ‘katılımcı demokrasi’, ‘demokratik merkeziyetçilik’ gibi… ‘Güçlendirilmiş parlamenter sistem’ demek tam bir oxymore’dur… Eğer kapitalizm dahilinde gerçekten ‘kalkınma’ diye bir şey olsaydı, önüne sürdürülebilir niteleme sıfatını koymaya gerek olur muydu? Demokrasinin bir katılımcı olanı bir de olmayanı mı var? Oradaki amaç, olmayanı varmış gibi gösterme ve kabullendirme zorlamasıdır…
Ekseri ölü bilgilerle ‘düşündüğümüzü’ sanıyoruz ama aslında ölü bilgiler tarafından ‘düşünülüyoruz’… Ortalıkta dolaşan onca bilgi ölü bilgidir… Okullar ve üniversiteler birer ölü bilgi deposudur, ders kitapları da ölü bilgileri gençlerin bilincine enjekte etmenin etkin araçları… Zira, orada sorulan sorular, cevabı önceden bilinen sorulardır. Ölü bilgilerin yarattığı tahribat; şeylere, süreçlere, olgulara şüpheyle bakmamızı, onları yeniden düşünmemizi, anlamamızı engelliyor. Eleştirelliği yok ediyor… Mesela ‘zenginlikle mücadele’ denmesi gerekirken ‘yoksullukla mücadele’ denmesi, ölü bilgilerin hakimiyetinin sonucudur; kapitalist toplumda yoksulluk yaratmadan zenginlik yaratılamadığına göre…Ölü bilgilerle düşünen ‘yoksullukla mücadele’ eder. Ölü bilgilerin sultasından yakayı kurtarıp, soruyu ‘tekrar sorabilen’ ise, doğrusunun ‘zenginlikle mücadele’ olduğunu bilir…
Eleştirinin olmadığı yerde bilim de yoktur… Bu yüzden Baruch Spinoza; “Gözlüğünü parlat”, Karl Marx; “Her şeyden şüphe et ”, V.I.Lenin de; “Her şeyi yeniden gözden geçir” derken, bizi ölü bilgilerin tahribatına karşı uyarıyorlardı… Bilgi dondurulduğunda, şeyleştiğinde, reifiye olduğunda, kelime ve kavramların içi boşaldığında, artık başka amaçlara hizmet eder hale geliyor… Bir özgürleşme aracı olması gerekirken, köleleştirme aracına, egemenlik kategorisinin bir unsuruna dönüşüyor.
Şimdilerde bir fetret çağında yaşıyoruz… Bu bir uygarlık dönüşümü zamanı… Gramsci’nin dediği gibi, ‘Eski olan ölmekte’… Artık eski kafayla, bildik-alışıldık düşünce tarzıyla, yöntem ve araçlarla şeylerin gerçeğine nüfuz etmenin imkânsızlaştığı zaman gelip-çattı… Eski düşünce ve kavrayış tarzıyla yeni durumu anlamak, gereğini yapmak mümkün değil. Yüz yüze geldiğimiz yeni realiteyle yüzleşmenin yolu, radikal bir düşünce devrimini, entelektüel bir sıçramayı, ideolojik kopuşu gerektiriyor. Aksi halde yıkımın altında kalmak kaçınılmaz olacak!
Burjuva muhalefeti -veya aynı anlama gelen- müesses nizamın muhalefeti, ‘Ben bu aracı daha iyi yürütürüm,’ diyor. Eğer araç bozuksa nasıl yürütecek? Üzerinde durdukları zeminin çöktüğünden habersizler. …Artık hiçbir şey eskisi değil ve olmayacak… Düzen partilerinin yüz yüze geldiğimiz sorunlarla yüzleşme yeteneği yok… Onlar halkın değil, devletin, sermayenin partileri… Hepsi “tek adam” partisi… Velhasıl, radikal bir paradigma ve perspektif değişikliğine ihtiyaç var… Bunun için de radikal bir düşünce devrimi gerekli. Eğer vakitlice gereği yapılmazsa, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir… Artık hiçbir şey eskisi gibi değil ve olmayacak… Boşuna, ‘Ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir,’ denmemiştir…