Üzülüyoruz, çok üzülüyoruz. Çoğunluk, kendi halimize de değil, dünyaya üzülüyoruz. Her gün yığınla kötü habere maruz kalıyoruz; fotoğraflar ve hareketli görüntülerle beslenen bu haberlere, vicdanımızın şalterini indirmemişsek eğer, -üzülmek ne kelime- kahroluyoruz. Dahası, tükettiğimiz haberlerin yüzde doksanı ‘üzücü haberler bülteni’ gibi.
Dünyanın haline üzülüyoruz, hayvanlara üzülüyoruz, göçmenlere üzülüyoruz, çocuklara ve doğaya üzülüyoruz, fütursuzluğa, haksızlıklara, bedelini masumların ödediği savaşlara, toplu kıyımlara üzülüyoruz. Ve bazen üzüntünün canımıza tak ettiği yerde, böyle bir dünyada yaşıyor olmaktan utanç duyuyoruz. Üzüntü ve utanç, bir çok kesimle ortaklaştığımız yegane zemin haline geliyor adeta. Arkadaşlarımıza “nasılsın?” diye sormaya utanacak kadar, yaygınlığından kuşku duymadığımız duygulara dönüşüyor. Hele Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsak, bu bedbin duygular üzerimize kâbus gibi çökebiliyor.
Peki bu kadar üzüntü ne işe yarıyor? Şayet yaramıyorsa, ‘boşuna’ üzülüp kahrolmaktan vaz mı geçmeli? Üzüntüyü yenmek üzere kendimizi mutluluk endüstrisinin tekniklerine mi teslim etmeli Yoksa başka bir şeye mi dönüştürmeli bu pasif duygu selini?
Godard’ın bu yıl Cannes’da gösterilen son filmi “İmge Kitabı”nda (Le livre d’image) şöyle bir cümle geçiyor, izleyen arkadaşların aktardığına göre: “Dünya için, hiç bir zaman onu değiştirmeye yetecek kadar üzülmüyoruz.”
Bilim adamları hayvanların olaylar karşısında pişmanlık, utanç veya üzüntü gibi duygular beslemediğini söylüyor. Evcil hayvanlarda gözlenen benzer duygular, insanı taklit etmelerinden kaynaklanıyor sadece. (Bu yüzden insanı “üzülen hayvan” diye tanımlamak da mümkün belki.) Öte yandan ‘kızgınlık’ son derece hayvani bir duygu, hiç bir zaman da sebepsiz değil.
Galiba bizim de en çok öfkeye ihtiyacımız var. Kendi kuyusunu kazan bir ırk olarak, hayvanlardan öğreneceğimiz sayısız şeyden biri öfke olmalı. Çivisi çıkmış dünyaya müdahele etmenin yolu üzüntüden değil, öfkeden geçiyor çünkü.
İncil’de, İsa’nın tüccarlara kızdığı için masayı devirip hepsini yaka paça tapınaktan kovduğu, sanat tarihinde defalarca resmedilmiş bir sahne anlatılır. İnançlı Hıristiyanlar bu davranışa referansla “haklı öfke” kavramını yüceltir. İslam inancında ise öfke ahlaki bir zaaftır; bir bakıma şeytanın işidir, onu yenmek gerekir, sabır ve tevekkül esastır çünkü. Bu örnekten yola çıkarak dinler karşılaştırması yapacak değiliz elbette, sonuçta tokat atana öteki yanağını uzatmayı öneren de aynı inanç sistemi, ki dinlerin hepsi eninde sonunda itaate çağırır. Ancak farklı inançların adaletsizlik karşısında nasıl tepkiler önerdiğini bilmek, genel toplumsal motivasyonları anlamayı kolaylaştırabilir belki.
Hatırlanırsa 2011 Mayıs’ında İspanya’da kemer sıkma politikalarına karşı halkı sokağa döken hareketin ismi “Los indignados” (Öfkeliler) idi. Hareketin sonradan ülkeyi yönetmeye talip olacak kadar iddialı Podemos gibi -sonuçları tartışılır- bir siyasi örgütlülüğe evrilmesi, öfkenin potansiyel gücüne iyi bir örnek. Gezi direnişinin en popüler sloganlarından biri de öfkeye güzelleme yapmıyor muydu: “Sinirlenince çok güzel oluyorsun Türkiye!”
“Direniş, öfkeden doğar” diyordu, toplama kampından sağ kurtulmayı başarmış, hayatı direnişlerle geçmiş sosyalist Stéphane Hessel, 2010’da 92 yaşındayken yazdığı “Öfkelenin” (İndignez-vous!) adlı meşhur kitabında: “Sizlere empoze edilen bir dünya bakışından tiksindiğinizi, kızdığınızı gösterecek, insana has en basit tepkileri verin! ÖFKELENİN!”
İnsanın başına gelebilecek en kötü şeyin, kayıtsızlık, ilgisizlik ve kendini aciz hissetme sonucu ‘öfkelenme yeteneğini yitirmek’ olduğunu iddia ediyor ve şöyle bağlıyordu sözünü: “Direnişin ilk aşaması öfkelenmek, yaşanan haysiyetsizliklere kayıtsız kalmamak, infial duymaksa ikinci ve belirleyici aşaması eyleme geçmektir.”
O halde, yaşasın haklı öfkemiz!