İlham Bakır
Saat gecenin yarısını bir hayli geçmiş. Yorgun bedenler derin bir uykuda. Evdekilerin çoğu genç Suriyeliler. Aslında bir ev değil, bir sığınak burası. Suriye’de başlarına bomba yağarken ölmemek için kaçıp sığındıkları bodrumlar, savaş sığınakları neyse yurtlarından, yerle bir edilen evlerinden binlerce kilometre ötede sığındıkları bu ev de öyle onlar için. “Suriyeliler bu ülkede paşalar gibi yaşıyor, devlet onlara bakıyor” yaygın söyleminin aksine Suriyeli mültecilerin kahır ekseriyeti çok ağır işlerde karın tokluğuna günün büyük bir bölümünü çalışarak geçiriyor. Bir kısım zengin Suriyelinin işyeri sahibi olmasına yine ırkçı saiklerle tahammül edemeyenlerin uydurduğu bir şehir efsanesinden başka bir şey ifade etmiyor bu sözler. Bu insanlar, bütün insanlığın sorumlu olduğu bir savaştan kaçıp güvenli bir yere sığınmış ve hayatta kalmak isteyenlerden başkası değil. Sadece yaşamak istiyorlar, hayatta kalmak, ölmemek… Çok kötü koşullardaki evlerde onlarcası balık istifi birlikte yaşıyorlar. Sabahtan akşama kadar buldukları ucuz işlerde çalışıp, akşam gelip bu sığınaklara sığınıyor, birazcık dinlenebiliyor, nefes alabiliyorlar. Bütün gün maruz kaldıkları ırkçı küfürlerin, tehditlerin ulaşamayacağı, bir nebze olsun birbirleriyle baş başa kaldıkları, uyuyabildikleri, nefes alabildikleri bir yer burası onlar için.
Saat gecenin yarısını bir hayli geçmiş. Genç bedenler derin bir uykuda. Kim bilir hangi rüyayı görüyorlar. Kimisi savaşın bittiğini ve ülkesine geri döndüğünü, kimisi bir Avrupa ülkesine ulaşıp bir rahat hayata kavuşacağını düşlüyor. Ya da kim bilir ne menem bir kabus görüyorlar. Başlarına yağan bombaları, yıkılan evlerini, gözlerinin önünde öldürülen, kaçırılan yakınlarını, komşularını arkadaşlarını. Naif, daha on dokuz yaşında genç bir Suriyeli Arap. Yaşamının on dokuz yılının içine sığdırmış savaşı, ölümü, yıkımı, kaçmayı, göçü, yeni bir ülkede yeni bir yaşam kurmayı. Kim bilir o neler görüyor rüyasında? Odasının duvarına “Tek hayalim savaş bitsin, barış gelsin” yazmış. Belki de her gece rüyasında, duvarına yazdığı bu dileğinin peşinden koşuyordur. Ülkesinde savaş bitmiş, evine dönmüş, annesi, babası, kardeşleriyle kendi evinde mutlu mesut yaşıyor. Arkadaşları ile evlerinin önünde top koşturuyor. Tam topu ayağına almış kaleye doğru koştururken döşünün orta yerine bir bıçak saplanıyor. Orta yerinden bölünüyor düşü. İnce bir kan sızıyor sırtından, daha dün yıkadığı atletinin altından, yedeği olmadığı için uzun süredir yıkayamadığı kirli çarşafın üzerine.
Bağıra çağıra, haykıra höyküre, dehşet içinde onlara bakan evdeki diğer gençleri de “Bu ülkeyi terk etmezseniz, sizin de sonunuz bu olur” diye tehdit ederek, evdeki eşyaları ellerindeki sopalarla kırıp dökerek çıkıp gidiyorlar evden, en az içleri kadar kopkoyu gecenin içine karışarak, başka bir gecenin karanlığına sığınarak, başka bir mültecinin, başka bir ötekinin düşlerini bıçaklamak arzusuyla yanıp tutuşarak.
Toplumun vicdanı olması gereken, mültecilere dönük bu ırkçı hezeyanlara karşı durması gereken, bu insanların acılarını, ağrılarını herkesten önce ve herkesten çok hissetmesi gereken bir sanatçı ırkçılığın değirmenine su taşıyan paylaşımlar yapıyor. En pespayesinden, en süfli ırkçının diliyle ırk adı vererek bu insanları aşağılıyor, bu ülkede toprağımıza, ekmeğimize ortak olacaklarını, insanları bıçaklayacaklarını, tecavüz edeceklerini, yağmacılık yapacaklarını söylüyor. Gecenin karanlığına sokularak gencecik insanların sırtına bıçak saplayanlara yeni hedefler gösteriyor, onları azmettiriyor. Mültecilere dönük bu dil elbette sadece onları hedef kılmıyor. Bu ülkedeki ırkçı iklimden su içen biri için şimdi mülteciler öncelikli hedefse, Kürtler, Aleviler, Müslüman olmayanlar, kadınlar, LGBTİ’ler ya da herhangi bir öteki potansiyel hedeftir. Ve bu ırkçı cinayetlerde bu sözlerin sahibinin, bıçağı saplayandan çok öteye sorumluluğu vardır. Ve ne yazık ki bu sanatçı öyle yalnız, azınlıkta falan da değildir. Bu sözlere destek verecek, bu sözlerin benzerini edecek yüzlerce sanatçı, siyasetçi, kanaat önderi bulmak mümkün.