Ahmet Güneş
Haberlerin acısı anılarımızda kan çiçeği. Bilmiyorsun bazen, geç öğreniyorsun yaşamı da ölümü de. Coğrafya zamandır, anımsamayı tayin ederken rengini de hissini de belli eder. Payımıza düşen; savaştan gelen her haber ağrıyı getiriyor, kahrı beraberinde sürüklüyor. Böyle böyle belleğimiz bir mezarlığa dönüşüyor. Düşen her arkadaş, yoldaş, akran, bazen ilk defa gördüğün bir suret bir gedik daha açıyor hayata.
İnsanın insanı hatırlama biçimi herkese göre değişir. Geçmişte yan yana olduğun birini nasıl tanıdıysan artık o kişi hep öyle kalır. Benim tanıma şeklim de biraz öyle olmuştu. Tanışır tanışmaz kendi içimde demiştim: Bembeyaz İdris. Yıllar önce, yani bir on yıl önce ikimiz de çok gençken tanıştığımızda demiştim. Yıllar sonra ondan haber aldığımda da aynı şeyi dedim: Bem-beyaz İdris.
Üniversitede ikinci sınıfa geçtiğimde geldi İdris. Kahkahası gürültülü, sevinci coşkulu, saçları sarıya çalan biriydi. Bir de elleri hep sıcaktı. Sarıldığında, tokalaştığında hep sıcacıktı. Güldü-ğünde yer sarsılırdı, kocaman bir gülüş ağzından evin her deliğine ulaşırdı. Coşkusu ve heyecanı her daim dipdiriydi. Bir de kalabalığı seven bir yanını hep beraberinde taşırdı. İdris, hep genç kaldı.
Anımsıyorum meydanları. Ölümler dursun, özgür bir gelecek bizi beklesin istiyorduk. Nerede bir zulüm varsa orada bağırır, sloganlar atardık. Megafon bozuksa İdris vardı, sesi çıkmaz sokaklara kadar varırdı. Hızlı ve gür okurdu talepleri, alkışları bizi sevmeyenlerin kulağında çınlardı. Gürültüyü seven Bembeyaz İdris, sert halaylar çeken yine İdris.
Cezaevinde ikinci senemi dolduracakken çıkageldi. Dışarıda bıraktığım İdris şen kahkahasıyla gelmişti içeriye. Günler sonra yan yana gelebildiğimizde fark ettim, belki de cezaevinin soğuk duvarlarından olacak, biraz ciddileşmişti. Tabii eski dostlar, yaşananlar yeniden konuşulunca dağılmıştı asık surat, donuk bakış. Yerini eski günlerin heyecanı ve özlemi sarmıştı. Çünkü İdris’ti o. Şair Ahmet Telli’nin yazdığı gibi; “Sen dostumdun benim gülünce güneşler açan / Su gibi azizdin, yurdumdun, alnında ateşler yanan.”
Yıllar geçti, dışarıda uzak mesafe, yerinde kalan dostluğumuz. Telefonla konuştuk en son. Sonra gitti İdris. Dağlara bakan bir şehirde doğmuştu, baka baka gitti dağa. Yıllar yıllarca geçerken onu hep bir uçurumun başında yahut bir dağın dik bir kayasında düşünürdüm. Derdim ki kahkahasıyla çığ bile düşürür İdris. Kar gibi beyaz yüreğiyle karlı bir dağdı İdris.
Yeni duydum öldüğünü, öldürüldüğünü. İnsansız bir hava uçağı katletmiş onu. Makineye, teknolojiye inat bir gülümsemesi kalmıştır diye düşünüyorum, kendimi öyle teselli ediyorum. İnsan kendini bir teselli ile de vururmuş. Acı haber bu, haberin devamı daha da kahır. Babası sevdiği evladını yitirince dünyaya inandığı aklını terk etmiş. Evladına üzüle üzüle delirmiş Bembeyaz İdris’in babası.
Aklımın bir tarafı onun ölümüne inanmıyor. Bu acı haberi bir sır gibi sakladım kendimden ilk birkaç gün. İnsan inanmamakta özgürdür. Ben inanamadım öldüğüne ve babasının akıbetine. Edip Cansever demiş ve sormuştu: “Ölü mü denir şimdi onlara.”
* Haftanın kitap önerisi: Nikos Kazancakis, Günaha Son Çağrı / Çeviren: Ender Gürol, Can Yayınları