İlham Bakır
Sömürgeci zulme maruz kalmak bir halkın yaşayabileceği, görüp görebileceği en büyük lanettir. Sömürge kişiliği, bu lanetin farkına varmadığı, bu laneti üzerinden defedecek tılsımı, büyüyü yaratmadığı, sömürgeciliğe karşı mücadelenin manifestosunun yazılı olduğu muskayı boynuna asmadığı sürece bu lanetin etkisi altında dirhem dirhem çürümeye, en rezilinden, en pespayesinden bir yaşamı, yaşamak zannederek ömür tamamlamaya devam edecektir. Üstelik bunun bir yaşamak değil, her anına ağır bir utancın ıstırabı bulaşmış olarak yaşadığının çoğu zaman farkında olarak ama farkında değilmiş gibi davranarak yaşayacaktır. Farkına vararak yaşamak farkında değilmiş gibi yaşamaktan daha ıstıraplı olsa da daha onurluca bir zemin olarak varlığını koruyacak ve belki de bu utanca daha fazla katlanamamanın, buradan bir itiraz, bir çıkış yaşamanın yollarını aralayacaktır. Fakat farkındayken farkında değilmiş gibi davranmak, sömürgeciyi yüceltirken, sömürgeci gibi olmayı ulaşılacak, varılacak menzil olarak hedef kılarken en trajik konumda tutar sömürgecinin gözünde.
Bütün varlığı ve benliği ile sömürgeciye öykünürken, kendini onunla eşit kılmak, ondan kılmak için muazzam bir çabanın içerisindeyken sömürgecinin onu silkeleyen en ufak bir fiskesi, bir aşağılaması karşısında tutunduğu tepeden, tırmandığı dağ doruğundan bir utanç uçurumunun ta en dibinde kendini bulduğu bir trajik bir sonla karşı karşıya kalır. Fakat sömürgeciye benzemek umudu ve arzusu o kadar güçlüdür ki bu uçurumun dibinden yeniden o dağın zirvesine tırmanmak için bir an bile tereddüde düşmez, kendine vakit kaybı yaşatmaz. İstisnasız hiçbir sömürgecisiyle bu çarpık ilişkiye girmiş sömürge kişisi, kişiliği sömürgeciyle bir ve eşit olma yolunda bu Sisifos’a taş çıkartan tekrarı yaşamaktan asla yılmaz. Kendisine tek bir varoluş yolu hedeflemiştir. Sömürgecisiyle aynılaşmak, bir olmak, eşit olmak, hiç değilse onun kabulüne, beğenisine, onun etrafında var olabilme, dolaşabilme imkanına kavuşmaktır.
Bir süredir küçük bir grupla birlikte son on, on beş yılda üretilen Kürt filmlerini birlikte analiz ettiğimiz, özellikle sömürgecilikle kurulan ilişkiyi, sömürgeciliğin bu filmlerdeki izlerini baz alan politik bir okuma yaptığımız bir çalışma yürütüyoruz. Daha önceki yıllarda izlediğimiz, kimi yerlerini eleştirsek bile aslında politik tutumu ve duruşuyla bir devrimci film olarak hafızamızda kalan filmlerde bile sömürgecisine hayranlığın, onun onayını almanın, onun oluşturduğu, inşa ettiği alanlarda kendini gösterebilmek adına neredeyse kırk taklanın atıldığı hikaye ve sinematografinin nasıl zavallıca örüldüğünü görmek gerçekten çok acı verici fakat bir o kadar da öğretici geliyor. Bu filmler adeta Franz Fanon’un sömürge kişiliği ile sömürgeci arasındaki marazi ilişkiyi anlatan her bir cümlesini ete kemiğe büründürecek, bu ilişkinin ne menem çürüten, düşüren bir ilişki olduğunu anlatmaya yarayacak örnekler olarak vücut buluyor. Ve üstelik her filmde kendini çok açık gösteren ve ele veren motivasyon ve yaklaşım, bir bilmeme, farkında olmama durumu değil; sonuna kadar her şeyi bilen, gören fakat bilmezden ve görmezden gelen bir tavır, bir yaklaşım olarak ortaya çıkıyor. Bu durum anlatılan ağır mağduriyet ve zulüm hikayelerini trajikomik bir çerçeve ve atmosfere oturturken, tüm yaşananları adeta kaçınılmaz bir mukadderat olarak zihinlere kodlarken bir yandan da yaşatılan zulmün ve vahşetin failini meçhulle çekmekte, sömürgeciyi aklayan, sömürgeciliği meşrulaştıran bir hikaye ve sinematografiyi ısrarla ve inatla örmektedir. Bu anlamda neredeyse tüm filmler müthiş derecede birbirine benzeyen bir kurgu, bir anlatı ve karakter inşası ile adeta birbirlerini tekrar etmekteler. Bu filmlerin güçlü bir analizinin, kritiğinin yapılmadığı koşullarda üretilen her Kürt filmi az ya da çok sömürgeciliği Kürt halkının beynine, ruhuna taşıyan bir sömürgeci aparatı olarak işlev görecektir.