Metin Göktepe, genç bir basın emekçisiydi. Bilinçli bir emekçi olmanın gerektirdiği üzere bir sosyalistti, devrimciydi. Sol basın ailesinin o dönemdeki yeni ismi Evrensel gazetesinin muhabiriydi. 8 Ocak 1996 gününün sabahı, fotoğraf makinesini omzuna asarak Alibeyköy’e gitti. Ümraniye Cezaevi’nde öldürülen iki devrimcinin cenazesini haberleştirecekti. Cenazeye katılım büyüktü. Polisin müdahalesi de sert oldu. 1000’e yakın gösterici gözaltına alınarak Eyüp spor salonuna götürüldü. Metin, gösterici değil işini yapan bir gazeteci sıfatıyla cenazede bulunuyor olmasına rağmen polislerce alındı ve aynı salona götürüldü. Orada gün boyunca gözaltında tutulanlar polisin yoğun dayak ve işkencesine maruz kaldı. Metin’e ‘gazeteciye özel muamele’ denilerek fazladan işkence yapıldığını aktaran görgü tanıkları var.
Günün ilerleyen saatlerinde, Metin Göktepe, polislerin elinde can verdi. Ölü bedeni spor salonu bahçesine çıkarılıp bir banka bırakıldı. Başbakan Tansu Çiller ve İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar, birbiri ardına yaptıkları açıklamalarla böyle bir kişinin gözaltına alınmadığını belirterek, güvenlik güçlerini karalamayı hedefleyen mihraklara gözdağı verdiler. İçişleri Bakanı Teoman Ünüsan, Göktepe’nin duvardan düştüğünü, Eyüp Savcısı Erol Canözkan ise çay bahçesinde sandalyeden düştüğünü iddia ediyorlardı.
Metin’e yapılanlar, hiç de şaşırtıcı, yeni bir vaka değildi. 1992’de Özgür Gündem’in yayına başlamasından itibaren ondan fazla Kürt gazetecinin infazı ve hapsedilmesi ana-akım medya tarafından görülmemiş, kamuoyuna yansıtılmamıştı. Süleyman Demirel, ‘Onlar gazeteci değil, gazeteci kılığında militanlar. Birbirlerini vuruyorlar’ diyebilme rahatlığına sahipti. Polisin, İstanbul’un göbeğinde güpegündüz ve yüzlerce tanık önünde bir gazeteciyi işkenceyle öldürmesindeki ‘özgüvenin’ ardında belli ki bu resmi tavır duruyordu. Öyle ya, nihayetinde Metin de Kürttü.
Metin Göktepe cinayeti bu anlamda bir dönüm noktası oldu. Bütün risklere rağmen olayın tanıkları Evrensel gazetesine giderek gördüklerini anlattılar. Adli Tıp raporu da Göktepe’nin dövülerek öldürüldüğünü kanıtladı. Çağdaş Gazeteciler Derneği, beklendiği üzere Göktepe’nin öldürülmesine karşı hemen yükselen kampanyanın ön safındaydı. Ama gazetecilik mesleğinin merkezi örgütü Türkiye Gazeteciler Cemiyeti de olayın üzerine gidince durum değişti. Cemiyet Başkanı Nail Güreli’nin bu tavırdaki katkısı tarihe geçmiştir. Buradan cesaret bulan dönemin ana-akım medyası da olayın peşini bırakmadı. Mehmet Ali Birand’dan Savaş Ay ve Ali Kırca’ya kadar dönemin birçok televizyon starı (haber sunucuları ve tartışma programı moderatörleri o günlerde kanaat önderi ve star muamelesi görürlerdi) konuyu sürekli gündemde tuttular. Hürriyet, Milliyet, Sabah gibi dönemin en çok satan gazetelerinin editörleri ve köşe yazarları Metin Göktepe olayını işlediler ve adalet talebinde bulundular. 1990’lı yıllarda ilk kez bir mesleki dayanışma havası oluşmuştu.
Büyüyen kamuoyu baskısı karşısında çok geçmeden resmi makamlar ağız değiştirecek; Devlet Bakanı tarafından, ‘Metin Göktepe gözaltına alınmış, gözaltında polis tarafından öldürülmüştür’ açıklaması yapılacak ve İçişleri Bakanı önceki yanlış beyanı için anne Fadime Göktepe’den özür dileyecekti.
Gazetecilerin mesleki dayanışma duruşu içinde fire verilmesi de kaçınılmazdı. İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar, o günlerde bir akşam bir televizyon kanalında şöyle demişti: ‘Herkes Metin Göktepe olayının bir yanını gördü, başka yönünü görmedi’. Bu başka yönü merak edenler, aynı anda NTV’de yayınlanan ‘Temiz Eller’ programında sorularının yanıtını buluyorlardı. Zamanın ruhu içinde, televizyon ekranından ülkeyi temizlediği iddiasıyla rayting görmekte olan Yıldırım Çavlı adlı medya şahsiyeti, Metin Göktepe hakkında geçmişe dönük olarak ‘terörizm’ suçlamasında bulunmaktaydı. Çavlı, ‘İşte Metin Göktepe’nin suç dosyası’ sloganıyla duyurduğu programda ‘gizli örgüt üyesi’ iddialarını resmi kayıt ve zabıt dosyalarına dayandırdığını söylüyordu. Göktepe’nin İstanbul Üniversitesi’ndeki öğrencilik yıllarında polis tarafından yapılmış fişlemeler belli ki Çavlı’ya servis edilmişti; o da bunları kullanarak tarihte bir ilke imza atıyor ve katledilen bir meslektaşı hakkında geçmişe dönük ihbarda bulunuyordu.
Muhbir Çavlı’nın beklentisi, maktul gazeteci Göktepe’nin ölümünden sonra isnat edilen ‘suçlardan’ dolayı yeniden yargılanması olamayacağına göre, katillere ‘hafifletici sebep’ yaratmak ve kamuoyu algısında cinayeti bir nebze de olsa meşrulaştırmak olabilirdi ancak.
Hikayenin sonrasını biliyoruz. Metin Göktepe, o tarihe kadar resmi faillerce öldürülmüş bütün gazeteciler arasında, katillerinin suçu mahkeme kararı ile onaylanan ilk gazeteci oldu. Bir şehirden diğer bir şehre gönderilerek dört yıl devam eden dava sonunda sanık 11 polis memurundan altısı hakkında hapis kararı verildi. 2000 yılında ‘Rahşan Affı’ndan yararlanarak tahliye edildiler. O işkenceci katiller, halen aramızda dolaşıyorlar.
İspiyoncu Çavlı, 1996 Mayıs ayında ‘kalp krizi’ olduğu belirtilen ani bir ölümle dünyaya veda etti. Gazeteci Göktepe’nin anısını saygıyla hatırlayan ülke kamuoyunun hafızasından o muhbir çoktan silinmiş bulunuyor. Ama meraklıları için bir not düşelim: Çavlı, bazı çevrelerce ‘kuşkulu’ ve ‘acılar içinde’ şeklinde de tasvir edilen ölümünden bir ay kadar önce ‘sahte peygamber’ olarak bilinen bir şahsı programına konuk ederek aşağılamış, bu nedenle de o ‘peygamber’ tarafından lanetlenmişti.
Adettendir. Ölünün arkasından kötü konuşulmaz. Ama bir ölünün ardından ihbarcılık yapanın ardından susmamak mesleki etik gereğidir. Günümüzde habercilikle ihbarcılığı birbirine karıştırmayı muhabirlik yapayım derken muhbirlik yapmayı marifet sayan onlarca halefine ibret olsun diye.