Hatırlamadığımız acı bizim değildir artık. Öylesine kesin, o kadar gerçeğe bulanmış, deneyime göz atmış, birikmiş birikmiş ve her doğrunun bir adım ötesine geçmiş
Ahmet Güneş
Korkularımızla başlayıp cesareti çağırırken yakalıyoruz kendimizi. Kahramanların öldüğü, en afili öncülerin birer birer flamalarda resmedildiği kocaman bir çağ. Ateşi bulanı unutmuş, cehennemi icat eden yola ve akla biat etmiş alkışlarımız. Yeni bir dünya değil, bu dünya ve burada başka, diye diye çağırdığımız yarım kalmış bir mısra, bölünmüş bir zaman.
Bilindiği gibi, diyerek okumaya başlasak manifestoları, atsak sloganları, yumruklar elbette havada. Öyle bir hava. Eşlik ettiğimiz marşlar, durduğumuz saygı, kaşlarımızın çatılığı, bakışlarımızın kararlılığı, hepsi bir ve birden devraldığı tekrarla davranıyor dünyaya. Diyor, unuttuğumuz kimse kalmamıştır.
Hatırlamadığımız acı bizim değildir artık. Öylesine kesin, o kadar gerçeğe bulanmış, deneyime göz atmış, birikmiş birikmiş ve her doğrunun bir adım ötesine geçmiş. Duruyor öyle, okunuyor da. Denilir ki şarkısı bile var ama henüz söylenmemiş. Geç kaldığımız her şeye ne kadar da benziyor: Acı hatırlanınca var.
Sıkıldık, sakındık ve sıyrıldık sanki. Kuşku götürür bir hayal, her an yalan olabilecek bir efsane. Örnekler versek ömür yetmez, zaman borçlu kalır. Kıyamayız biz ona, o bizde. Duvarlarda, kollarda, ceplerde ve meydanlarda. Zaman her yerde kendini duyuruyor, tembih ederken kıskıvrak yakalıyor bizi. Bazen canımıza okuyor; işte burada bazenler gırla.
Ölüm dağ gibi, umut çukur gibi önümüzde. Denize bir his lazım, bir benzetme. Ona da diyelim ki; görülmeyince yoksun, rüya gibi. Aramıza karışanlar, karşılaşmalar ve pek tabi kıyas etmeler. Ezber bir teyakkuz. Adıyla çağrılmayan, anlamıyla okunmayan ve ağzını kaybetmiş bir dil. Her şey olur, olunur.
Herkes kaybettiğini aramaya başlayınca oldu bunca şey belki. Ama aramadan bulunmadığını öğrendik. Öğrendik ki bırakıp bırakıp gidiyoruz. Bugün arkamızda bir yıl, yarın önümüzde bir yıl. Bunca yön, bu kadar etraf, varmak istediğimiz her yer, olmak istediğimiz her an ne kadar da kalabalık. Sonra sığınırız tamah etmediğimiz hayallere çünkü gerçek hep bir sınır.
Sınav gibi yaşamak. Çember misali, tahakküm dolu, elde urganla asılacak insan arayan güruh ile elinde bir dünya, mümkün bir hayatı paylaşan insanlarla kıyas ediliyor. Utanç olsa da bu kıyas takas edilmeye varılıyor. Sonrasız bir cinayet ve anbean hayat denilen bir tercih. Herkes yanılır belki, yansımalar gerçeği çarpıtır da, biz nerede ve nereye diye uçurum gibi bir imla bırakalım buraya.
Şahı deviren piyon, kral çıplak diyen şarlatan, yangın çıktı diyen oyuncu, insanlığı kahredenlere kafa tutan bir devrimcinin hayali kare kare, piksel piksel cebimizde. Neleri bıraktık da ne geliyor âh buraya. Her hayal bir ayna, tavır dediğimiz düşürülmeyen bir jest, bu dünyaya, her anın içine.
Unutulacak ama bir yalan olmadığı hep hatırlanacak ve gerçekler olarak sıkışacak sloganlara. Olsun, o kadar da olsun. Kaybettiklerimiz, aradıklarımız, varmak istediğimiz yaşıyor ya. Zaferdir bu, bulunandır ve orada hayatın kurulduğu, devamını sürüklediği, ikna ettiği, inandığı, vardığı, yaşadığı, yaşattığı büyük bir dünyadır, dünyanın içinde. Oradayız hâlâ, gelsin gelecek ne kaldıysa ve varılacaksa. Oradayız hâlâ.
* Haftanın kitap önerisi: Burhan Sönmez, İstanbul İstanbul / İletişim Yayınları