Yıllar önce bu kente geldiğimde henüz 17 yaşındaydım. Bu kentle kimlik buldum, mücadeleyi öğrendim, içimde yaşamlar büyüttüm, dokunduğum her insanla çoğaldım, kendim oldum. Bornova’dan başlayan yolculuğum 25 yıllık kesintisiz, zorlu ama hücre hücre moral veren, nefes aldıran bir yürüyüşe dönüştü. Hem her ilçesinde, her sokağında, meydanında anılar biriktirdim. Ve her seferinde bu kentte yolum düştüğünde ilk günkü gibi heyecanlanırım; her gittiğimde asla eskisi gibi bulamayacağımı bildiğim halde.
Deniz Poyraz’ın katledilmesine ilişkin davayı izlemek için İzmir’e vardığımda bu kentin uğultusunun; acıyı, anıları, isyanı, öfkeyi bir yandan bastırdığını bir yandan büyüttüğünü düşündüm yeniden. Dostluklar, acı tatlı hatıralar, ayrılıklar, asla yeri doldurulamayacak büyük kayıplar, iz bırakan yaşanmışlıklar içimde büyüyen ve yeniyi çağıran geçmişin uğultusuydu. Katliamın yaşandığı il binasında katliam izleriyle birlikte yitirdiklerimizin siluetleri, kahkahaları, güçlü duruşları varlığını sürdürüyor. Mücadele ruhunun matematiğidir; yürüdükçe büyüyor insan, saldırıya uğradıkça özgürleşiyor, yaşamına kast edildikçe çoğalıyor. Gülüşü bir fotoğraf karesinde donmuyor katledilenlerin, yeniden doğuyor bir başkasının yüzünde, gülüşünde, umudunda. Duruşmanın görüleceği adliyenin önünden başlayarak, mahkeme salonunda, yürüdüğüm yollarda kaç Deniz gördüğümün sayısını tutamadım aklımda.
Ruhumuzu inciten ve acı diye tarif ettiğimiz şey, sevginin bedelidir. Bizi biz yapan, diğer kesimlerden ayıran, direnme gücü veren çektiğimiz acıların toplamından çok, biriktirdiğimiz değerlerin ve varlığımıza yönelen nefrete karşı yaşadığımız sevginin büyüklüğüdür. Sistemin büyütüp beslediği nefret her yerdedir. Bir katilin bakışlarında, linç gruplarının dilinde, yürüyüşünü engellemek için karşına diktikleri kolluğun davranışlarında, otobüste, metroda yanına oturduğun sıradan bir yurttaşın ayrımcılık kokan sözlerindedir. Tekil değil organizedir; ne yazık ki ideolojiye dönüşmüştür, taraftarları ve onunla zehirlenen kesimlerin bilincinde yer edinmiştir; ırkçı bir siyasal eylem biçimini almıştır.
Evladını, arkadaşını, genç bir kadını yitirmiş olan yüreği yaralı insanlar duruşmanın her aşamasında nefrete maruz kaldılar. Salona girmeye çalışırken engellemelerle adeta “siz hak ettiniz zaten, neyin hesabını güdüyorsunuz” tavrıyla karşılaştılar. “Ben devletim” diyen kolluğun üstenci tutumuna; ve elbetteki katilin nefret dolu bakışlarına, hakaretlerine ve o hakaretlerin yarattığı gerginliğe maruz kaldılar. Salonda karşı karşıya gelenler, katil ile mağdur değildi, nefret ile sevgiydi. Katil duruşma boyunca yalnız olmadığının bilinciyle hareket etti. Yaptığı katliamı aklamaya çalışanların, kendisine “abiciğim” diye hitap edenlerin, başını okşayanların, “yürü be koçum arkandayız” gazını veren derin yapılanmanın, en önemlisi de kendisini bu eyleme yönlendirenlerin varlığını bilerek hareket etti.
Kendisinden ve yaptığı eylemden değil ona bunu yaptıranlardan emindi, onlara güveniyordu. Bu güvenini de hiç boşa çıkarmadılar. Katilin ilişkilerini, katliamın arkasındaki siyasi yapıyı araştırmayan, daha duruşma bitmeden katilin yarattığı gerginlik üzerine tepkisini dile getirenlere karşı anında harekete geçip soruşturma başlatması katilin güveninin boş olmadığını kanıtlamış oldu, katile yalnız olmadığını bir kez daha hatırlattı. Hitler döneminden beri değişmez bir kuraldır, ırkçılığın yarattığı nefretin dili ve eylemi her zaman sevginin gücü karşısında yenilmeye mahkumdur.