Pakrat Estukyan
İnsanın yeryüzündeki varlık süresini ‘ömür’ kelimesi ile ifade ederiz. Bir iyi dilek ifadesi olarak bunun ‘uzun’ olanını tercih ederiz. Hiçbir şekilde iradi olmayan bu sürecin başlangıcını, yani doğum gününü kutlanacak bir değer sayarız. Yaşamı bir lütuf olarak değerlendirince, doğal olarak onun başlangıcı da anmaya, kutlanmaya değer bir anlam kazanıyor.
Bunun bizleri önemli kılan bir şey olduğunu fark ettikten çok sonra ise, salt insan olarak hayata geldiğimizden kaynaklanan kimi haklarımız olması gerektiğini bilince çıkardık. Kısaca ‘insan hakları’ tanımı ile ifade ettiğimiz bu bilinç, ‘kul’ dayatmasını aşmamızı salık veriyor. Zira ancak özgür bireyin hakları olabilir. Kulun hakları efendi tarafından o daha dünyaya gelmeden gasp edilmiştir. Ardından da tahakkümün değişik boyutları olarak kadın hakları, çocuk hakları, git gide hayvan hakları kavramlarını bilince çıkardık. Hayvan hakları savunucuları evcil hayvanları ‘mal’, yaban hayvanlarını ise ‘av’ olarak değerlendiren anlayışa karşı mücadele sürdürüyorlar.
Ne var ki insan denen canlı, muktedirin haklarını gasp etmesi olgusunu çağlar boyunca ağır bir zincir misali boynunda taşıyınca, bundan kurtulmakta da zorluklar yaşıyor. Düne kadar padişahın kulu olarak boynu bükük itaat eden insan, bu kez de iradesini yeni muktedir olarak gördüğü devlete sunuyor, yurttaş olmayı, dolayısıyla yurttaşlık haklarından yararlanmayı aklına bile getirmiyor.
Bu şartlar altında devletin ve onu temsil etme gücünü elde edenlerin padişah gibi davranmalarından daha doğal ne olabilir? Ve yine bu şartlar altında bir kadının, günün başbakanı karşısında kendisini onun anüsünün çevresindeki kılla özdeş kılması şaşılacak bir şey olmasa gerek. Esas şaşılası olan, bu anüs kılının da günü geldiğinde doğum gününü kutlaması.
*
Geçtiğimiz bir haftalık sürede cezaevlerinden dört hasta mahkûm tabutlar içinde tahliye edildiler. Anne, baba, evlat veya kardeşlerinin adalet kurumlarına dilekçelerle yaptıkları başvurular sonuçsuz kaldı. Adli Tıp Kurumu’ndan ‘cezaevinde kalamaz’ raporu almak hasta tutsakların tahliyesi için yeterli değil. Üstüne bir de cezaevi yönetiminin bu tahliyeye razı olması, söz konusu hasta mahkûmun pişman olduğuna dair kanaati gerekli. O da yeterli bulunmayınca, il emniyet müdürünün bu tahliye ile toplum güvenliğinin zarara uğramayacağına dair güvence vermesi gerekiyor.
Adına Cumhuriyet Hükümeti denen güç, kul olarak gördüğü yurttaşın yaşam hakkı üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurmakla sürdürüyor hükümranlığını.
Kulluk dayatmasına meydan okuyarak ‘Gücünü bizle sınayacaksın, öyle mi alay komutanı?’ diye bağıran sendikacı, ardından ‘korkmuyoruz’ diye ünlerken kulluğun zincirlerini parçaladığını haykırıyordu aslında. Sonuçta kulluğun zincirlerini kırmak için önce korkuyu, muktedirin saldığı zulüm korkusunu yenmek gerek.
Diğer yandan muktedirler cenahında da başka bir korku, iktidarı yitirme korkusu günden güne daha da şiddetleniyor. Bunun çaresi de iktidara kul olmayı reddedenleri bu kez ‘nas’, ‘fıtrat’ gibi sözcüklerle Allah’ın kulu olduklarına inandırmak.
İnsanlar kulluğu topyekûn reddetmedikçe ‘yok edin insanın insana kulluğunu’ çağrısına kulaklarını tıkadıkça, yine Nazım’ın ‘söylemeye dilim varmıyor ama, kabahatin çoğu senin be kardeşim’ dizelerini hecelemeye devam edeceğiz.