‘Bizim (CIA) için Türkleri tek başına uyutacak bir aktörü bulmak hep zor oldu! Bu iş için hep iki adam lazım geldi; biri dindar Müslümanları uyutmaya, diğeriyse milliyetçilere ninni söylemeye’
Azad Barış
Siyaset ile polisiye, komplo teorileri ile kurgu arasındaki ilişki, hem yakın tarihin hem de günümüzün bir parçası haline gelmiştir. Bu sebeple de İstihbarat örgütlerinin gelecek projeksiyonlarını bazı politik figürler etrafında kurmaları işin tabiatından olarak anlaşılabilir.
Geçtiğimiz günlerde yakın dönem diplomasi tarihi ile ilgili bir araştırma yaparken kaynaklarda tuhaf bir isme rastladım; Ruzi Nazar. İkinci Dünya Savaşı döneminde Nazilere esir düşen, sonra onlarla işbirliği yapan, daha sonra CIA ajanı olarak ünlenen bu adam meğer CIA’nin Türk casusu olarak tarihe geçmiş. Bunun üzerine Ruzi Nazar’ın hayat hikayesini ve onun hikayesi üzerinden Soğuk Savaş’ın yeni bir gizli tarihini okudum.
Eski CIA görevlisi Özbek asıllı Ruzi Nazar’ın hayatını anlatan kitabı okurken tarihe düştüğü bir not resmen Türkiye Cumhuriyeti tarihinin bir özeti gibi gözlerimin önünde duruyordu. Düştüğü nottan CIA’in Türkiye yönetimi üzerinde etkili olmak için her zaman birden fazla kişiye ihtiyaç duymuş olduğunu öğreniyoruz. Lakin notun bağlamını dindar Müslümanlarla seküler milliyetçileri bir arada tutacak bir aktörün bulunamaması teşkil ediyor. Her on yılda bir yapılan darbelerin sebebi de tam istedikleri gibi birini hiçbir zaman bulamamaları olmalı.
Önce sıradan bir söylem gibi duran alıntıyı dikkatlice okuyunca yıllardır bütün mağduriyetlerimize yol açan önemli iki noktayı kapsadığını ve siyasi olarak da önemli bir hakikatin altını çizdiğini fark ettim. Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla beraber bir türlü dizginlenmeyen milliyetçilikle onun ruh ikizi dindarlık meselesine vurgu yapıyordu. İç içe geçmiş gibi görünen Cumhuriyetin ana harcı olan Sünni Müslümanlık ve Türk ulusalcılığının ne denli zıtlıklardan müteşekkil olduğuna da gönderme yapıyordu. Ve Sünni Müslümanlık ile seküler milliyetçiliğin düşündüğümüzden daha sofistike bir temele dayandığını anlatıyordu.
Önce Batı kaynaklarının Doğu’yla ilgili ifadelerinin bir devamı gibi gelen kısa not aslında Türkiye’nin sosyo-politik dinamiklerini kapsayan bir bütünlüğe sahipti. İfadelerin kısa tercümesi şöyleydi: “Bizim (CIA) için Türkleri tek başına uyutacak bir aktörü bulmak hep zor oldu! Bu iş için hep iki adam lazım geldi; biri dindar Müslümanları uyutmaya, diğeriyse milliyetçilere ninni söylemeye. Ama gelinen aşama itibariyle hepsini yapacak tek kişiyi buldular, hamdolsun.”
20 yıla yakın bir süredir hem dindar Müslümanları uyutarak hem de aşırı milliyetçi Türklere ninniler söyleyerek yönetsel aygıtını kurmuş durumda olan bir adam var. Bu zatın CIA’nın bile bulmakta zorlandığı bir kabiliyet olarak önümüzde durduğu ise bir olgudur. Peki bu doğrusal denklemden yola çıkarak her şeyi yeniden düşünmek gerekmez mi? Mevcut aktörün değişimi öngörülüyorsa, günümüz Türkiye’sinin dindar Müslümanlarını ikna edecek ve ulusalcıların rızasını alacak yeni aktör kim olabilir? Mevcut aktörün söyledikleri ninnilerin aynısı söylenecekse neden yeni bir aktöre ihtiyaç duyulsun? Yeni aktörün temel özellikleri nedir, ilkesel tutumu ve toplumsal rızayı elde edecek ne tür kriterlere ihtiyacı var? Türkiye’nin yeniden inşası, demokratikleşmesi, müreffeh ve çoğulcu bir cumhuriyete dönüşmesi için gerekli kriterler nedir? Eğer toplumsal rızayı üretmeyecek, toplumsal barışı, demokratik cumhuriyete ve ortak bir vatana hizmet etmeyecekse kendimizi bu denli paralamamızın anlamı var mı? Eğer hakikat buysa bizim bu tür aktörlerin etrafında konuşmamızın ne anlamı var? Hepsi de gerçekten sorulması ve düşünülmesi gereken asıl sorular değil mi?