Almanya’da yeni hükümetin göreve başlamasına birkaç gün kala gerek burjuva medyasında gerekse de (sol?) liberal cenahta “otoriter yönetimler ve diktatörlerle mücadele” adı altındaki savaş çığırtkanlığı hız kazanmaya başladı. Dışişleri Bakanı olacak Annalena Baerbock selefi Heiko Maas’tan daha agresif politika izleyeceği sinyallerini verir ve AB üyesi devletlerden Rusya ile Çin’e karşı ortak yaptırım adımları atmayı talep ederken, neoliberal cephenin solunda konumlanmış liberal kesimler barış hareketine demagojik savaş açtılar.
Zaten uzun zamandır Almanya’daki barış hareketini “primitif” yani “ilkel antiemperyalist” tavır göstermekle ve “antisemitik söylem kullanmakla” suçlayan bu liberal güruh, şimdi de emperyalist yayılmacılığın savunuculuğunu yapıyor. Neymiş, “Stalinist partilerin etkisinde olan barış hareketi NATO’ya karşı çıkarak otoriter rejimlerin ve diktatörlerin destekçisi” olmuş, Ortadoğu konusunda – İsrail devletine yönelik eleştirileri nedeniyle – “net antisemitik pozisyonda” duruyormuş. Hem “kapitalizmin barışçıl potansiyellerini göremediklerinden, modası geçmiş ve reel karşılığı olmayan emperyalizm söylemini” kullanıyormuş.
Şaka falan değil, bu absürt ve tarihsellik dışı yaklaşımlar reformist toplumsal ve siyasi solu içinde – özellikle yönetici aparatta – karşılığını buluyor. Filistinlileri bir bütün olarak, hatta İsrail’deki barış ve diyalog taraftarı Yahudileri antisemitik olmakla tanımlayan kimi “sol” yönetici ve milletvekili İsrail bayraklarıyla savaş taraftarı mitinglere katılmakta veya İsrailli barışçıl aydınların Almanya’da toplantı yapmalarını engellemekte bir beis görmüyorlar. O açıdan bu demagojik savaşın emek ve barış hareketi ile solu bölmek açısından hayli başarılı olduğu söyleyebilir.
Dünyanın en zengin coğrafyalarından birinde yaşayıp, emperyalist yayılmacılığın nimetlerinden (!) faydalanırken, “ilkel antiemperyalizm” üzerine felsefe yapmak, Belarus-Polonya sınırında açlık ve soğuk nedeniyle ölen mülteciler hakkında tek bir laf etmeden, “tu kaka Putin, tu kaka Lukaşenko” söylemine sarılmak ve hemen ardından AB’nin militaristleştirilmesini, savaş aygıtı NATO’nun güçlendirilmesini, neoliberal düzenin ihraç edilmesini ve buna karşı çıkan devletlere “haddinin bildirilmesini” savunmak, bırakın sol veya liberal olmayı, emperyalist savaş çığırtkanlığından başka bir şey değildir.
2000’de AB’nin Lizbon Stratejisi karar altına alınırken, belgenin mimarları Xavier Solana ve Robert Cooper “Kendi aramızda demokratik hukuk devleti esaslarına göre ilişki kuruyoruz. Ancak ormanda hareket ettiğimizde orman kanunlarına uymak zorundayız” demişlerdi. Aradan geçen 21 yıl “orman kanunlarına uymanın” müdahale savaşlarına, işgallere, Regime Chance girişimlerine ve milyonlarca insanın ölümüne neden olduğunu kanıtladı. Özcesi, uluslararası tekellerin çıkarlarını korumak için daha fazla savaş, işgal ve gerginlik politikası uygulamak, kapitalist emek sömürüsünü sürdürülebilir kılmak isteyen güçlere karşı çıkan antiemperyalistler değil, çürümüş kapitalist düzen ve vahşet yaratan emperyalizmin kendisi ilkeldir. Bu ilkelliği tarihin çöplüğüne atmak da bizzat bizlerin görevidir.