Uyguladığı ekonomik programın toplumsal tahribatı, 7 Haziran 2015 seçimlerinde toplumsal desteğini kaybettiğini gösterince AKP, toplumsal kutuplaşma ve çatışma üzerinden iktidarını tahkim etme yoluna gitti. Bu süreçte hukuktan, demokrasiden hızla uzaklaştı, otokratik bir yapıya büründü. 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle ilan edilen OHAL düzeninde gerçekleşen anayasa değişikliğiyle kurulan ‘tek adam rejimi otokratik düzeni’ kalıcı hale getirildi
18 Kasım’da Para Piyasası Kurulu’nun (PPK) yapacağı toplantıda enflasyonun altında olan faizlerin daha da düşürüleceği sinyali bizzat hükümet ve AKP çevrelerince verilmeye başlandı. Sinyalin alınmasıyla piyasada döviz alımları hızlandı ve yılbaşından itibaren ABD doları karşısında zaten yüzde 27 civarında değer kaybetmiş olan TL, 1 Kasım – 18 Kasım arasında yüzde 16 daha değer kaybetti ve dolar 9.5 TL’den 11 TL’ye çıktı. 22 Kasım akşamı Erdoğan’ın 19 yıllık iktidarı boyunca “sadakatle” hizmet ettiği küresel ekonomiden koptuğu anlamına da gelen açıklamasıyla birlikte dolar 13 TL’yi aştı ve bir gün içinde yüzde 15’den fazla değer kaybetmiş oldu. Bu yazı kaleme alındığı dakikalarda dolar 12.4 TL civarındaydı. Özetlersek 1 Kasım – 25 Kasım arasında TL yüzde 31.5 değer kaybetmiş oldu. 2021 başından bu yana ise TL’nin değer kaybı yüzde 67’yi buldu.
Son bir ayda Türkiye ekonomisinde yaşanan bu fırtına öncesinde de TL zaten OECD ülkeleri içinde 2008’den bu yana en fazla değer kaybeden para birimlerinden biriydi. Dolayısıyla TL’nin değer kaybını sadece faiz indirimiyle değil, ekonomideki yapısal sorunlar ile siyasi istikrarsızlıkların bir sonucu olarak değerlendirmek gerekir. Bu bağlamda ekonominin çöküşüne işaret eden TL’deki değer kaybını, sadece faiz kararına bağlamak büyük yanılgı olur.
Ekonomide yapısal sorunlar, muhalefet partilerinin birçoğunun iddia ettiği gibi AKP’nin ekonomiyi iyi yönetememesinden ziyade, Türkiye’yi sermaye için “ucuz sömürü alanı” haline getirmeyi amaçlayan politikaların yarattığı tahribatla ilgilidir. Bunlar AKP’nin özgün politikaları değildir. AKP’nin 19 yıllık iktidarının büyük kısmında yaptığı, kapitalizmin karar alıcı kurumlarının (DB, IMF, AB vb) belirlediği ve “ev ödevi” olarak verdiği politikaları “başarıyla” uygulamak oldu. Bu uygulama çerçevesinde KİT’ler özelleştirildi, özelleştirilemeyenlerin kapısına kilit vuruldu; kamu hizmetleri ticarileştirilerek piyasaya açıldı; kamu arazileri satıldı. Bitmedi; toplumun sermaye dışı kesimlerinin ödediği vergilerle oluşan genel bütçedeki kaynaklar “vergi aflarıyla, istisnalarla, teşviklerin yanı sıra Kamu-Özel İşbirliği adı altında özel sermayenin borçlarının üstlenilmesiyle, şehir hastaneleri/ otoyollar/köprülerde verilen taahhütlerle” sermayeye aktarıldı.
Bu icraatlarla tarım ve hayvancılık tasfiye edildi, kırdan kente göç hızlandı, gıda başta olmak üzere temel tüketim mallarında ithalata bağımlı hale gelindi; deresiyle, ormanıyla, deniziyle doğa talan edildi. Sonuç olarak hem doğa tahribatı hem işsizlik hem de yoksullukla birlikte gelir eşitsizliği devasa boyutlara ulaştı.
Uyguladığı ekonomik programın toplumsal tahribatı, 7 Haziran 2015 seçimlerinde toplumsal desteğini kaybettiğini gösterince AKP, toplumsal kutuplaşma ve çatışma üzerinden iktidarını tahkim etme yoluna gitti. Bu süreçte hukuktan, demokrasiden hızla uzaklaştı, otokratik bir yapıya büründü. 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle ilan edilen OHAL düzeninde gerçekleşen anayasa değişikliğiyle kurulan ‘tek adam rejimi otokratik düzeni’ kalıcı hale getirildi.
Uygulanan neoliberal politikaların neden olduğu yapısal sorunların yanı sıra ülkenin tek ağızdan çıkan keyfi kararla yönetilmesinin yarattığı siyasi istikrarsızlık, kaçınılmaz olarak, ekonomideki sorunları daha da derinleştirdi.
Kısacası, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu ekonomik ve siyasi çöküş süreci sadece AKP’nin ekonomiyi kötü yönetmesinden değil, takip ettiği ekonomik programın yol açtığı tahribat ile demokratikleşmeden uzaklaşarak otokratik yönetimden medet ummasından kaynaklanmaktadır. AKP sonrasında iktidara talip olan muhalefet partilerinin bunu göz ardı etmemesi, toplumsal tahribatı onaracak bir ekonomik programın yanı sıra hukukun ve demokrasinin esas alındığı bir perspektifi benimsemesi gerekir.
AKP’nin son altı yıldır körüklediği toplumsal ayrışma ve savaş politikalarının peşinden giderek eleştirilen bir anlayışın alternatifi olunamaz. Geçtiğimiz Perşembe günü ekonomideki gelişmeleri değerlendirmek üzere muhalefet partilerinin Meclis’te düzenlediği toplantıya HDP’nin davet edilmemesi gibi ayrımcı yaklaşımlar, daha iyi bir gelecek için umut vaad etmekten çok uzaktır örneğin.