Eğitim Sen Başkanı Nejla Kurul ile yarıyıl tatiline giren eğitimin korona günlerindeki sorunlarını konuştuk
Gülcan Dereli
2020-2021 eğitim ve öğretim yılı yeni tip koronavirüs (Covid-19) gölgesinde Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) aldığı tartışmalı kararlarıyla yarıyıla girdi. Öğrenim, Eğitim Bilişim Ağı (EBA) üzerinden yapılmaya çalışıldı ancak milyonlarca öğrenci, bu sisteme girmekte zorlandı. Sistem zaman zaman çöktü. Kiminin interneti olsa dahi derse girmekte zorlandı, kiminin interneti yoktu, kiminin derse katılacağı telefon, bilgisayar, tablet, hatta televizyonu bile yoktu. Eğitimde eşitsizlik bu süreçte katlandı, anadilde eğitimden ise hiçbir şekilde söz edilmedi. Ancak bunca eksikliklere rağmen öğrenciler müfredattan sorumlu tutuldu ve karne verildi. Eğitimciler ise sistemi ve iktidarı eleştirirken, MEB’in sınıfta kaldığını, öğrencilere ise eğitim alabilmek ve EBA’ya katılmak için verdiği mücadeleden dolayı tam not verdi. Biz de geride kalan yarı dönemi ve önümüzdeki süreci Eğitim Sen Başkanı Nejla Kurul ile konuştuk.
*Eğitimde yarıyıl nasıl geçti? Milyonlarca öğrenci EBA’ya giremedi ama buna rağmen derslerden sorumlu tutuldu ve karne verildi. Öğretmenler ve öğrenciler açısından nasıl bir dönemi geride bıraktık? Neye göre karne verildi?
Covid-19 salgını öncesinde eğitimde çok çeşitli eşitsizlikler yaşanıyordu. Bu eşitsizliklerin ortaya çıkışında kapitalizmin rekabetçi, hiyerarşik ve ayrıştırıcı yapısının büyük payı vardı. Ne var ki yüz yüze eğitimde okullar birbirlerine denk nitelikli bir eğitim verirlerse bu eşitsizlikler bir nebze geriletilebiliyordu. Sosyal devletin sosyal ve ekonomik politikalarının bir ürünü olan eğitim kamucu, laik ve kamu finansmanlı bir anlayışa dayanıyordu. Ancak Covid-19 salgını sınıfsal ayrışmaları çok keskinleştirdi, işsizlik yaygınlaştı, yoksulluk derinleşti, okullar da kapanınca öğrenciler evin içine mahkûm oldular.
Bu eşitsiz koşulların ardından karne verildi. Ne var ki Milli Eğitim Bakanlığı dahil bu karneler hiçbir kesimin içine sinmedi. Uzaktan eğitimde evinde internet erişimi, tableti olmadığı için ekran karşısında karşı karşıya gelmeyen öğretmenlere “Öğrencilere not verin” dendi. Bu sürecin iptali için dava açtık. Yüksek not veren, geçer not veren ve hiç not vermeyen öğretmenler oldu. Veliler ve öğretmenler arasında kimi sorunlar yaşandı. Yoksul çocuklar aleyhine işleyen güvenilmez bir terazi ortaya çıktı. Süreç adil değildi, bu nedenle Covid-19 salgını günlerinde sınavların ertelenmesi gerektiğini ifade ediyoruz.
*Eğitim Sen olarak sahadan size gelen veriler ne diyor? Öğretmenler ve öğrencilerden gelen şikâyetler neler?
Gerek sendikamıza ulaşan ve gerekse iktidardan bağımsız medya kanallarından edindiğimiz bilgilere göre çok ciddi sorunlar olduğunu gözlemliyoruz. Uzaktan eğitim en çok yoksulları vurdu. Sizin de ifade ettiğiniz gibi evinden bırakın internet erişimini televizyon bile olmayan çocuklar var. Altı milyon civarında çocuğun evinde internet bağlantısı, tablet, bilgisayar ve akıllı telefon gibi olanakları yok. Küçük evlerde, 2-3 çocuğun öğrenci olduğu koşullarda “sessiz bir yer bulmak” bile mümkün olmadı pek çok öğrenci için. Bu nedenle salgın koşullarında da olsa okulların açılması için kamu kaynaklarının seferber edilmesi gerekiyor.
Öte yandan farklı kuşaklardan öğretmenler evde çeşitli yoksunluklarla karşılaştılar. Öğretmenlerin çocuklar için çok uzun saatler çalışması gerekti, emek süreci mesai saatleri dışına taşındı. Milli Eğitim Bakanlığı evdeki uzaktan eğitim için ne bilgisayar ne de güçlü bir internet ağ erişimi sağladı, ne de öğretmenleri bilişim teknolojileri konusunda yetiştirecek etkili eğitim programları sundu. Öğretmenlerin büyük bir kısmı yalnız kaldılar, evin genç üyelerinin ve meslektaşlarının desteği ile süreci el yordamı öğrendiler ve yürütüyorlar.
*Eğitim Sen, korona sürecinde nasıl bir eğitim planlaması öngörüyor? Neler öneriyor?
Eğitim Sen öncelikle neredeyse bir yıldır yüz yüze eğitime devam edemeyen öğrencilerimizin yaşadığı sorunlarını biliyor. Uzaktan eğitim sürecinde eğitim hakkının yaşama geçirilmediğini gözlemliyor. Çocukların ve gençlerin eğitim hakkına sahip çıkmak gerekiyor. Çocukların eğitimi ve gelişiminde yüz yüze eğitim esastır. Uzaktan eğitimin sınırlılıkları vardır ve yüz yüze eğitimi destekleyen ve zenginleştiren bir yöntemdir. Covid-19 salgınında yaşamlarını eve sığdırmaya çalışan öğrencilerin bilişsel, duyuşsal ve psiko-motor (devinsel) pek çok sorunla karşı karşıya olduğunu biliyoruz. Bu nedenle çok özet olarak şunu ifade ediyoruz: “Önlemleri alın, okulları açın” diyoruz. Ancak bir yıldır gerekli önlemleri almayan Milli Eğitim Bakanlığı’na bir süre daha tanımak üzere aşamalı bir okul açılış planlaması öneriyoruz. Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası olarak tüm öğretim tür ve düzeylerinin aynı tarihte açılmasının çeşitli sorunlar yaratacağını öngörüyoruz. Bu nedenle köy okulları, ana sınıfları ve ilkokullardan, küçük yaş gruplarından başlamak üzere (bu yaş gruplarının daha düşük düzeyde hastalanması ve bulaştırması nedeniyle) ortaokul mekânlarının da ilkokul öğrencileri için kullanılarak başlayabileceğini düşünüyoruz. Açılan köy okulları, anasınıfı ve ilkokullarda toplu taşıma ve bir öğün yemek düzeni mutlaka hayata geçirilmeli.
12 yaşından büyük çocukların hastalanma ve bulaştırma olasılığı yetişkinler kadar yüksek olduğu için sınıfların 20-25 öğrenciden oluşması, öğrenciler arasında en azından bir metre, öğretmenler için 4 metre ölçüsüne dikkate edilmesi, pencerelerin havalandırma için açılır kapanır olması, okul koridorlarının gidiş ve gelişler biçimde ayrılması, tuvalet kullanımı yoğunluğunu azaltmak için teneffüs saatlerinin farklılaştırılması, birden fazla öğretmen odasının olması, okul girişinde sağlık kontrolü, yeterli maske temini gibi önlemler alınarak ortaokul ve liseler açılabilir. Bu önlemler gerek altyapı gerekse yeni öğretmen istihdamına yöneliktir. Öğretmenlerin aşılanması salgının bulaşma olasılığını azaltacaktır. Özellikle hangi aşı gruplarının öncelikli olacağı konusu daha titiz çalışmalar gerektirmektedir. Aşı gruplarının sıralanmasında “Bakanlık” gibi bir kategori oluşturulmuş, kalabalıkla karşılaşma riski olan, kronik hastalığı olan meslek grupları ayrımı gözden kaçırılmıştır. Örneğin kronik hastalığı olan çocuklar, engelli çocuklar evde kalmaya devam mı edecektir? Aşılanırsa okula gelişi kolaylaştırılmış olmayacak mıdır? Bu gibi sorulara yanıt üretmek gerekiyor.
*Sorunlar katmerleşirken kime nasıl bir görev düşüyor? Öğrencilerin kayıp yılı nasıl telafi edilecek? Ya da edilebilecek mi?
Bildiğimiz eğitim anlamında kayıp bir yıl yaşandı. Kuşkusuz bomboş bir yıl değil bu. Milyonlarca öğrenci EBA dışında kalsa da hayatları farklı bir biçimde devam etse de uzaktan eğitime katılabilenler dijital bir deneyim yaşadılar, öğretmenler de farklı bir öğrenme sürecine girdiler. Ne var ki sonuç olarak bir kayıp yaşandı ve en çok kaybı yoksul öğrenciler, kız çocukları, engelli öğrenciler, Kürtçe ve Arapça gibi anadili Türkçe dışında olan öğrenciler, emeğini satmak zorunda kalan çocuklar, mevsimlik işçi çocukları yaşadı. Bu çocuklar kapitalist piramidin en altında yaşayan ailelerin çocukları!
Kayba rağmen bu süreci telafi etmek ciddi önlemler alarak mümkün! Yüz yüze eğitim başlar başlamaz, önceliği sağlık eğitimi ve sağlıklı yaşam kültürüne vererek başlamak gerekiyor. Eğitim programlarının kapsamını daraltarak telafi eğitimleri yapmak çok önemli. Müzik, resim ve beden eğitimi ve spor dersleri yaklaşık bir yıldır evde kalmış çocukların gelişimi için son derece önemli. Duygusal gelişimde sanat faaliyetlerine daha çok yer verilmeli.
*Eğitimde eşitsizlik korona sürecinde daha da katlandı ve anadilde eğitimden ise hiçbir şekilde söz edilmedi. Anadilde eğitim için ne yapılmalı?
Eğitim Sen Covid-19 salgınında en çok etkilenenler gruplar arasında anadili Kürtçe ve Arapça olan, yani Türkçe dışında bir dilin konuşulduğu evlerde olduğunu belirterek soruna kamuoyunun dikkatini çekti. Ne var ki salgın döneminde ne tür önlemler alınması gerektiği konusunda somut politikalar ortaya konulamadı. Bunun hazırlıklarına başladık. 21 Şubat Anadili Günü’ne dair bir çalıştay düzenlemeyi planlıyoruz. Bu çalıştayda sorunu betimleme ve ne yapılabileceği konusunda politika geliştirmeyi amaçlıyoruz.
Kayyum rektör olamaz
*Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör atandı. Öğrenciler ve akademisyenler tepki gösterdi. Siz yaşananları nasıl görüyorsunuz?
Demokratik ve özerk bir üniversitede, üniversite yöneticileri üniversite topluluğunun üyeleri arasından seçilirler. Bu yöneticiler içinde yaşadıkları üniversitenin geleneklerini, kültürünü ve amaçlarını ve düşlerini bilirler. Rektörler ya da dekanlar üniversite topluluğunun yapabilirliklerini eşgüdümleyen kolektif önderlerdir.
Üniversite bileşenlerinin yöneticilerini seçme hakkı son yarım yüzyıllık tarih içinde iki dönemde yok sayılmıştır. İlki 12 Eylül 1980 askeri darbesidir, ikincisi ise 2016’da 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL [Olağanüstü Hal] kapsamındaki kanun hükmündeki kararnamelerle (KHK) seçimlerin tekrar kaldırılmasıdır. 1992’de seçim ve atamanın bir arada olduğu sistem gelmişti. Yaklaşık dört yıldır üniversitelerin rektörleri bu atama yöntemi ile belirleniyordu.
Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak Prof. Dr. Melih Bulu’nun atanması çok ciddi tartışmalara neden oldu. Boğaziçi Üniversitesi’nde yerleşik bir demokrasi geleneği vardır, özgürlükçü, çoğulcu ve katılımcı bir üniversitedir; üniversite özerkliği ve akademik özgürlükler üzerinde bir gölgenin oluşması bu gelenekte onur kırıcıdır. Bir süredir atama olgusunu sindirmeye çalışsalar da yeni durumda Boğaziçi Üniversitesi içinden bir isim rektör olarak atanmamıştır. Prof. Dr. Melih Bulu Boğaziçi Üniversitesi’nin veya herhangi bir kamu üniversitesinin herhangi bir fakültesi ya da bölümünde kadrosu bile olmayan vakıf üniversitesinden bir öğretim üyesidir ve rektör olarak atanmıştır. Atama biçimi, rektörün atanması sizin de ifade ettiğiniz gibi “kayyum atama” süreci ile benzerlik göstermiştir.
Prof. Dr. Metin Bulu’nun iktidar olması için akademisyenlerin onu ‘tanıma’sı ve meşru görmesi gereklidir. Böyle olmamıştır: Akademisyenler toplantılara katılmamaktadır, rektör yardımcılığı görevini kimse kabul etmemektedir. Rektörün varlığı sorgulanır duruma gelmiştir. Bir yandan akademisyenlerin bir yandan da öğrencilerin protestoları sürüyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin bu duruşu kamuoyu tarafından da desteklenmiş görünüyor. Rektör “Niçin istifa edeyim ki?” diyor, bunu diyorsa istifa noktasına gelmiş demektir. İşlevi üniversiteyi geliştirmek olmayacaktır, kadro ve ödenek tehdidi ile “tanınma” kavgası verecektir. Bu durumda rektör olamaz.