Grev filminin yönetmeni Metin Yeğin ve filmin başrol oyuncularından Pelin Batu ile Grev’in hikayesini konuştuk
Gülcan Dereli
Latin Amerika’nın bir nevi dengbêjleri olan Eduardo Galeano, Gabriel García Márquez, Jorge Luis Borges’in sihirli kelimeleri ile daha yakından tanıdık o uzak kıtayı. Kaynağını hakikatten alan bu ‘büyülü’ yazarlar sayesinde anlatılanın sadece Latin Amerika’nın değil kendi hikayemiz olduğunu sezdik. Bu büyülü yazarlara aşina olan okur, Metin Yeğin’e de aşinadır. O büyülü ve uzak kıtanın güncel gerçeğini ülkeye taşıyan ‘buralı’ yazarların başında geliyor Yeğin. Marcos’u, FARC’ı, Latin Amerika’nın gerilla hareketlerini, topraksız köylülerini onun sayesinde daha yakından tanıdık. Gazetemizin ve özgür basın geleneğinin uzun yıllardır özgün kalemlerinden biri. Yazarlık ve belgesel derken şimdi de sinema filmi ile karşımıza çıktı. 1910 yılında Bursa’da geçen Grev filmine imza attı. Bu topraklarda 1910 yıllarında bir kadın işçi grevi şimdilerde biraz absürt gelebilir ama değil. Halbuki bu toprakların gerçeği daha derinde. Yeğin işte bu derinde yatana odaklanıyor. Çekimleri Türkiye ile İspanya’da tamamlanan Grev filmi, 1910 yılında Bursa’da ipek işçiliği yapan kadın işçilerin direnişini ele alıyor. Biz de Grev’in yönetmeni Metin Yeğin ve filmin başrol oyuncularından Pelin Batu ile konuştuk. İyi okumalar…
Grev neyi anlatıyor? Bu hikayeyi ne zamandan bu yana kafanda kuruyordun?
Metin Yeğin: Film aslında 1910’da geçen gerçek bir grevi anlatıyor. İnsanların az bildiği bir hikaye. Bursa’da kadın ipek işçilerinin grevini anlatıyor. Gerçek bir grev. Bizde aslında şöyle bir yanılgı var: Sanki sol hareketler hep sonradan başlamış gibi ama 1910’lara, 1885’lere bakıyorsun, sosyalist dergiler çıkıyor, 1 Mayıslar kutlanıyor, grevler oluyor. Bu da öyle bir grev, 27-28 gün süren bir grev. Burada önemli nokta şu: İşçilerin çoğu Ermeni ve Rum. ‘Ermenilerden özür diliyoruz’ kampanyası sırasında, ben de Türkiye işçi sınıfından özür diliyoruz diye yazı yazmıştım. Çünkü şöyle bir şey var: Bakıyorsunuz 1885’lerden 1910’lara kadar grevler, dergiler falan sonra birden yok, nereye gitti bunlar. Nereye gitti işçi mücadelesi. Çünkü Ermeni tehciri ve onun mübadelesi ile birlikte sadece insani olarak onlar dışarı çıkmadı. Bir de işçi sınıfı mücadelesini kaybettik biz. Mesela Yunanistan’da komünist partisini kuranlar hep İstanbullu Rum. Atina ne ki, Atina taşra.
Filmde birkaç önemli nokta var. Birincisi filmin adı Grev. Bir kere aykırı. İkincisi kadın grevi en önemlisi. Aslına bakarsanız bir kadın hikayesi baştan sona. Bir de filmimizde Ermeniler, Rumlar, kadınlar, işçiler onlar tabii ki Müslüman olanlar da var ama onlar köşede bucakta sevimli insanlar olarak değil gerçek özne olarak varlar. Dolayısıyla filmin böyle aykırı tarafları var.
Olayın kendisini anlattınız kadın grevi diye, film kurmaca mı gerçek bir hikaye mi?
Metin Yeğin: Bu bir kurmaca film, gerçek ile kurmaca biraz daha iç içe giriyor. İngiliz süfrajetlerle, (20. yüzyılın başında İngiltere’de kadınların seçme ve seçilme hakkını savunan radikal kadın hakları savunucuları) sonra İspanya iç savaşıyla. Aslında biz kadın mücadelesinin, baskının ve sömürünün sadece bir yere ait olmadığı kanısındayız. İç içe geçen çelişkileri kendi içerisinde taşıyan bir film.
Hikayeyi oluşturduktan sonra bu kadroyu nasıl oluşturduğunuzu merak ediyorum…
Metin Yeğin: Çünkü bizim hikayemiz güçlü. Esas mesele o. Bazı insanların milyonlarca sermayesi var, bizim ise dayanışmamız var. Bizim birlikte bir şey inşa etme gücümüz var. Böyle bir neşeden hareket ediyoruz. Aynı zamanda kolektivizm yaratıyoruz. Itziar’ın arkasında kaç yıl var, örneğin Orhan Alkaya’nın arkasında 30 yıl var, mesela o iki birim alacak. Ama hiç kimse biri 10 lira alırken diğeri 100 bin lira almayacak. Böyle bir dağıtım fikrimiz var. Esas şu: Herkes neşe için yapıyor. Madem insanlar Abdülhamit seyretmek istemiyor, Grev’e gelsinler!
Gerilla usulü sinemacılık
Çekim süreci nasıl geçti? Zorlu muydu? Sanırım bir bölümü İspanya’da çekildi.
Metin Yeğin: Zordu. Yani sermayesi olan filmler düzenli ordu, biz daha çok gerilla usulü çalışıyoruz. Yönetmen elini kaldırınca hemen kahvesi gelir. Sen hiçbir filmde yönetmenin kablo taşıdığını, görüntü yönetmeninin aynı zamanda ışık yaptığını, başrol oyuncusunun tripodu alıp kamerayla başka yere gittiğini göremezsin ama bizde görürsün. Böyle çalıştık. Bütün filmlerden sonra insanlar, kamera arkasında biz çok neşeli çalıştık falan filan der ama biz sahiden çok neşeli çalıştık.
Biraz açtın ama merak ediyorum 1910’dan bugüne dair bize neyi anlatıyor film?
Metin Yeğin: Şöyle, bir ara yardımcı oyuncular da geldi buraya, bunu da hemen eleştireyim. O zaman bir sürü solcu arkadaşa hadi gelin buraya oynayın, 1910’daki bir mitinge katılın dedim, gelmedi, çok az kişi geldi. Böyle olunca yardımcı oyuncularla çalışmak zorunda kaldık. Onlara aranızda işçi olan var mı dedim. Herkes elini kaldırdı. Aranızda daha önce greve katılan var mı dedim. Kimse kaldırmadı. İşte bunun için anlatıyoruz biz 1910’daki grevi. Tabii ki biz bugüne dair bir hikaye anlatıyoruz, unutulan bir şeyi anlatıyoruz.
Kadın olması da ayrıca önemli. Bir de 1910 yılında yani o döneme bakınca sürreal geliyor. Sanki mümkün değilmiş gibi. Osmanlı dönemi, Bursa’da kadın grevi…
Metin Yeğin: Aslında tam aksine biliyor musun? Esas hikaye bu. 1910’da Bursa’da Düyun-u Umumiye kurulmuştu. Osmanlı’nın borçlarını ipek üreten kadınlar üzerinden tahsil ediyorlar, sosyalist dergiler çıkıyor, acayip hareketli bir dönem.
Pelin Batu: En az 25 tane kadın dergisi var. 1909’da İkinci Meşrutiyet ile birlikte birdenbire inanılmaz bir böyle özgürlük rüzgarları esiyor. Sonra İttihat ve Terakki’yle gerisin geriye gidiyor. İnsanlar Osmanlı döneminde özgürlüğü özlemişler. Onu tadıyorlar. Birkaç sene sürüyor o. Sonra yine gazeteci cinayetleri, zulüm ve bildiğiniz hikayeler…
Metin Yeğin: Ya Kadınlar Dünyası diye bir dergi var. (Kadınlar Dünyası, Balkan Savaşları sonrasında 4 Nisan 1913 tarihinde yayın hayatına başlayan ve 1921’e kadar yayında kalan kadın dergisi) Dergide hep kadınlar çalışıyormuş, matbaa da dahil, diyorlar ki biz kadın olarak yapıyoruz hepsini. Geçmişin inanılmaz bir direnişi var.
Pelin Batu: Mesela CHP’den önce kadınlar parti kuruyor. Düşünsenize Nezihe Muhiddin ve arkadaşları, CHP ondan sonra kuruluyor. Ondan sonra kadının ayağını kaydırıp, tımarhaneye kadar giden yolu inşa ediyorlar. İlk başta o kadınlar o partiyi kurmuşlar.
Pelin’le devam edelim. Oynadığın karakter nasıl bir karakter?
Pelin Batu: Bayıldım karakterime gerçekten, hep hayal ettiğim roldü. Çünkü bir İrlandalı kadının ve gayet varlıklı aristokratik bir geçmişten gelip tamamen emperyalizme karşı gizliden gizliye Bursa’daki kadınlara yardımcı oluyor. Onlarla gönül birliği içinde ve eşinin buradaki bir fabrikanın başında olmasına rağmen hiç kimseye söylemeden kadınlarla direniş içerisine giriyor. Onlara yardımcı oluyor. Kadının cesareti çok hoşuma gitti. Ve ben de son yıllarda hep cesaret bulaşıcıdır mahiyetinde kadın tarihleri ve biyografileri yazıyorum. O yüzden bu karakterim benim tam da yazmak istediğim kadın karakteriydi.
Kadınların anlatıldığı filmde ağırlıklı olarak kadınlar mı yer aldı? Set kadınlardan mı oluştu?
Pelin Batu: Çok iyi erkek karakterler de tabii ki vardı ama filmin asıl konusu çok kötü şartlarda çalışan gerçekten sömürülen kadınların bir araya gelip sisteme başkaldırma hikayesi. Metin’in az önce belirttiği gibi evrenselliği şurada: Bundan 50 yıl sonra Bask bölgesinde de aynı, günümüz dünyasında pek çok ülkedeki direnişlerde de aynı. Singapur’da da aynı olabilir, Kürt bölgesinde de aynı, Afrika’da da kadının sünnetine karşı bir hareket başladı mesela. Çünkü her yerde şöyle bir şey var: Engels’in meşhur bir tezi vardır ya. Diyor ki tarım toplumuna geçince kadın özgürlüğünü kaybetti. Bir süre sonra erkeğin kölesi, metası oldu. Hak, hukuk, eğitim hakkı elinden alındı. Şimdi bazı feminist teorisyenler, sosyologlar, antropologlar, buna karşı çıkıyor. Ama şöyle bir gerçek payı var ki, bugün dünyanın neresine bakarsanız bakın, Amerika gibi ülkeler de dahil olmak üzere kadınlar hep ikinci sınıf vatandaş. Aldıkları maaş erkeklerden daha az, yaptıkları işlerde çalışma şartları çok daha zor. Mesela çocuk sahibi ise hem çocuğa bakıyor, hem evi geçindiriyor, hem şunu yapıyor, hem bunu yapıyor. Yani batı-doğu fark etmiyor. Erkek egemen bir dünyada yaşıyoruz. Bu film benim ümidim insanlar seyrederse -kadın-erkek fark etmez-, diyecekler ki ya biz bu direnişi geçmişimizde, isimlerini dahi unuttuğumuz, bilmediğimiz kadınlardan almışız. Onların kan, ter ve gözyaşı üzerine inşa edilmiş. Boşu boşuna hiçbir hak elde edilmemiş. Birazcık tarihi bilmek o tekerrür çarkından çıkmaya bizi götürüyor bence. Nasıl böyle Orta Çağ tarihini okuyunca ah ah vah vah diyoruz. Bugünlere bakılınca da bence ne kadar ilkelmişiz diyeceğiz yüzyıl sonra.
Farklı dillerden bir melodi Filmin hikayesini örerken sanırım birkaç dil kullanıldı. Bu zorluk çıkardı mı? Nasıl oldu?
Metin Yeğin: Filmde 3 dil var: Türkçe, İngilizce, İspanyolca. Pelin zaten İngilizce, Itzıar İspanyolca oynuyor. Türkçe var, ayrıca filmin içerisinde sadece onlar da değil Ermenice, Rumca konuşmalar var. Çok dilli bir film. O yüzden zorluk mu yaratır, hayır, bence bir zenginlik yarattı. Sadece kendi dilinden ibaret değil, ikincisi bu dillerin çeşitliliği insanların birlikteliğini gösteriyor. Eski tarihsel anlamda meşhur o efsane var ya Babil Kulesi’nde herkes aynı dili konuşunca tanrı o kuleyi yıkıyor. Efsanede bir gerçeklik var aslında, bir arada olmanın gerçekliği bu. O yüzden biz farklı dilde insanların anlaştığını sürdürebilen bir melodi yakalamaya çalıştık ve aslında bundan sonra da gene yapacağız, inatla. Çok farklı diller olacağını düşünüyorum.
Filmin hikayesini örerken sanırım birkaç dil kullanıldı. Bu zorluk çıkardı mı? Nasıl oldu?
Metin Yeğin: Filmde 3 dil var: Türkçe, İngilizce, İspanyolca. Pelin zaten İngilizce, Itzıar İspanyolca oynuyor. Türkçe var, ayrıca filmin içerisinde sadece onlar da değil Ermenice, Rumca konuşmalar var. Çok dilli bir film. O yüzden zorluk mu yaratır, hayır, bence bir zenginlik yarattı. Sadece kendi dilinden ibaret değil, ikincisi bu dillerin çeşitliliği insanların birlikteliğini gösteriyor. Eski tarihsel anlamda meşhur o efsane var ya Babil Kulesi’nde herkes aynı dili konuşunca tanrı o kuleyi yıkıyor. Efsanede bir gerçeklik var aslında, bir arada olmanın gerçekliği bu. O yüzden biz farklı dilde insanların anlaştığını sürdürebilen bir melodi yakalamaya çalıştık ve aslında bundan sonra da gene yapacağız, inatla. Çok farklı diller olacağını düşünüyorum.Kadınlar sinemada hâlâ geri planda
Sinema alanında kadını sormak istiyorum. Biraz daha eskisine oranla daha mı görünür, daha mı etkin?
Pelin Batu: Tabii ki sürüyor. Mesela bir belgesel vardı, Debra Winger, çok etkileyiciydi. Hollywood’un pek çok ağır topu kadın oyuncuyla röportaj yapmışlar, kadınların anlattığının altına ben de imza atarım. Çünkü kadınların söylediği şey şu: Hollywood ve sinema dünyası sadece genç güzel kadınlar için var. Bir yaştan sonra zaten kadınlara rol yok. Olan roller de gayet sıkıcı böyle anne, teyze rolleri. Mesela Frances McDormand gibi oyunculara ya da Judi Dench gibi şu anda 87 yaşında hâlâ film yapan kadınlar tek tüktür. Türkiye’de de bu böyle, mesela popüler medyaya, dizilere bakın hakikaten çok sağlam birkaç kadın oyuncu hariç genç insanlar -aşağılamıyorum tabii ki- ama hani böyle erkek aşk hikayesi ya da bir ağalık hikayesi, saltanat hikayesi var. Kadınlar da kıyıda köşede onun sevgilisi, karısı, metresi falan rolünde. Ben de yıllardır bu sektörün içindeyim. Ah ne kadar güzel rol geldi dediğim çok az rol var. Genellikle hep tek tip roller. İyi kız, kötü kadın. İkisi arasında gelip gidiyor. Evet, değişim var ama değişim genellikle Metin Yeğin gibi bağımsız sinemacılardan geliyor. Ana akımda çok fazla bir değişim görmüyorsunuz. Dizilerde de hikayeler hep aynı tür hikayeler. Aynı hikayenin sanki farklı kostümlerle çekilmiş versiyonu gibi, o yüzden bana çok sıkıcı geliyor.