Babam Mecit Baskın, Ankara Altındağ nüfus müdürüyken, 1993’te polislerce gözaltına alınıp sonra da katledildi. Babam öldürüldüğünde henüz dört yaşındaydım. Bu yüzden baba yolu gözlemek sözünün sadece bir deyim olmadığını yaşayarak, ama ızdırap içinde yaşayarak, öğrendim. Bugün tam 28 yıl oldu…
Eren Baskın
Şu an tam da babamın doğduğu yerdeyim. Tıpkı kısa bir süre önce babamın öldürüldüğü yer olan Ankara Altındağ’da olmam gibi… Ve kısa bir süre sonra yeniden görülecek olan dava için yeniden Ankara’da olacak olmam gibi.
***
Şöyle diyordu Ece Ayhan Meçhul Öğrenci Anıtı isimli şiirinde:
“O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır: Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler”
Ece Ayhan’ın varlığından habersiz yaşamış ve öte yakaya göç eden babaannem de benzer sözleri hep söylerdi aslında…
***
Babam Mecit Baskın, Ankara Altındağ nüfus müdürüyken, 1993’te polislerce gözaltına alınıp sonra da katledildi. Bugün ise katledilmesinin yıl dönümü.
Babam öldürüldüğünde henüz dört yaşındaydım. Bu yüzden baba yolu gözlemek sözünün sadece bir deyim olmadığını yaşayarak, ama ızdırap içinde yaşayarak, öğrendim. Bugün tam 28 yıl oldu…
***
Sonrasında lise, üniversite sıralarında “yedi düvele meydan okuyan devlet” hikâyelerini dinleyince, güvenlik güçlerince katledilen babamın ve onun gibi binlerce sivil ve savunmasız kişinin neden hedef alındığını düşündüm durdum… Bu sorgulama süreci beni bazen tedirgin etmedi değil doğrusu. Ama yine de sormaya ve sorgulamaya devam ettim. Böylece katledilen başka insanların yakınlarıyla yolum kesişmeye başlamıştı. İlk defa yaraları bana benzeyen birilerini tanımıştım. Çoğu Kürt’tü, Alevi’ydi veya sosyalistti… Ama illa ki ötekiydiler, ötekileştirilmiş olanlardı. Birbirimizi yaralarımızdan tanıyorduk artık. Ve yaralarımız kimlik olmuştu bize. Yüreğimizde taşıyorduk o kimliği, her an ve her yerde… Sonrası binlerce mezarsız ölü, akıbeti meçhul insanlar… Bir zamanlar yaşamış, nefes almış, sevmiş, belki de aşık olmuş insanlar… Babam onlardan sadece biriydi… İşte böyle olmuştu Cumartesi Anneleri ile tanışmam. Kırgın, yorgun, mağrur ama o gururlu anneler…
***
İlk kez orada görmüştüm Hanife Anne’yi. Çok sinirliydi… Sigarasını içine çekerken, sanki tüm dünyanın acısını da içine çekiyor ve yüreğine bütün o acıları sığdırıyor gibiydi.
Hanife Anne, önceleri ne olup bittiğinden habersiz, hepimiz gibi bir kayıp annesiydi benim için… Ta ki oğlu Murat Yıldız’ın kaybediliş ve katlediliş hikâyesini onun o titrek ve onurlu sesinden dinleyene dek.
Ben 4 yaşındayken kaybetmiştim babamı. Onun anıları ile ama onsuz büyüdüm… Sanırım bu yüzden dünyanın en büyük yarasının yüreğimde büyüdüğünü sanır dururdum. Hanife Anne’yi tanıyıp, oğlu Murat Yıldız’ın hikâyesini öğrendiğim gün anladım ki, benim babamın faillerinin yargılanması için verdiğim mücadeleyi artık Hanife Anne’nin oğlunun ve diğer faili meçhule kurban edilenlerin akıbeti için de vermeliydim. Ancak böyle iyileşebilirdik çünkü.
Şu an Hanife Anne’nin oğlu Murat’ın nasıl faili meçhul edildiğini merak ediyorsunuz, eminim!
Olay aynen şu şekilde cereyan ediyor: Hanife Anne, oğlu Murat’a: “Polis seni arıyor, gel beraber karakola gidelim” demiş ve oğlunu kendi eliyle götürdüğü karakoldan Murat’ın cenazesi dahi çıkmamıştı. Oğlu Murat’ı kendi elleriyle karakola götüren Hanife Anne’nin oğlu öldürülmüş, cenazesi bile ortadan kaldırılmıştı. Planlı vahşetin ve barbarlığın ötesinde, Hanife Anne’nin oğluna bir mezar bile çok görüldü.
Polisler, Hanife Anne’ye: “Oğlun vapurdan atladı, kaçtı!” demiş ilk önce. Hanife Anne, zalimin yüzüne tokat gibi çarpan o sözünü söyler o anda: “Oğlum yüzme bilmezdi ki!”
Hanife Anne’nin başından geçen bu olayı duyduğumda, “Zaman orada durmalıydı, varsa bir kıyamet o esnada kopmalıydı” diye geçiriyorum içimden… Her defasında hem de.
Bu yüzden Galatasaray Meydanı bizim için bir hafıza mekânıdır. Ve hep öyle de kalacaktır. Bizim için iyileşme mekânıdır Galatasaray Meydanı. İktidar, bizim iyi olmamızı engellemek için aylardır Galatarasay Meydanı’nı kapatmış durumda. Galatasaray Meydanı Cumartesi İnsanlarına açılsın diye, tamamen demokratik bir biçimde kayıplarının faillerini arayan annelere reva görülen anlamsız saldırılara anlam vermek mümkün mü?
***
Cumartesi İnsanları ile geçirdiğim her an bana, sadece babamın akıbetini değil, başka insanların da acılarına dokunmam gerektiğini gösteriyordu. İşte tam da orada onlar gibi; Maside Ocak, Besna Tosun ve Sebla Abla ne güzel dokundular insanların hayatlarına… Bir bilseler, nasıl bir mücadele azmi aşıladıklarını… Bir taraftan babasız büyümenin verdiği onlarca eksiklik, bir diğer taraftan da tıpkı benim gibi babasını, annesini, kardeşini, oğlunu, kızını kaybetmiş binlerce insanın akıbetini sorma gerekliliğine inanmış binlerce kişi…
***
Walter Benjamin, ezilen toplumsal kesimler için asıl trajedinin tanıkların ve olaylara şahit olanların artık hikâyelerini anlatmaktan vazgeçtiklerinde başladığını söyler. Bizler büyük trajedilerin tanıkları ve şahitleriyiz. Ülkenin ve toplumun ortak iyilik hali için hikâyelerimizi ve acılarımızı sırtlamaktan vazgeçmeyeceğiz. Daha önce de naçizane söylediğim gibi: Ya yüzleşeceğiz ya da yüzsüzleşeceğiz! Yüzleştikçe iyileşeceğiz, iyileştikçe yaşadığımızın farkına varacağız.
***
Bugün babamın 28. katlediliş yıl dönümü. Ama sizlere babamın değil, ülkemizin ve toplumumuzun ortak hikâyesinden bahsetmek istedim. Benim babam binlerce faili meçhulden sadece biriydi. Tarih bize; öldürmeyle, faili meçhulle, beyaz Toroslarla bir sonuca varılamayacağını gösterdi, tıpkı bugünlerde siyah Transporterlarla insan kaçırma ile bir sonuca varılmasının mümkün olmayacağı gibi.
Gülistan Doku 635 gün,
Yusuf Bilge Tunç 787 gün,
Hürmüz Diril 632 gün,
Hayrettin Eren ise 41 yıldır kayıp….