Türkiye’nin ‘suç laboratuvarı’ haline getirilen Kuzey Kıbrıs’ı bir de insan hakları savunucusu ve hukukçu Fezile Osum’dan dinledik
Nevin Cerav
Dünyadan kopuk bu sistem bizim insan hakları açısından da ilerleyememize yol açtı. Evet, burada artık bir çatışma ortamı yok ama bir barış ortamı da yok. Barışın olduğu bir ülke değil burası, ateşkesin olduğu bir ülke. Biz bütün insan hakları mekanizmalarının dışında bırakılmış durumdayız. Çünkü KKTC olarak kimse tanımıyor bizi, uluslararası heyetlerin gelip izlemesi, rapor tutması gibi insan hakları adımları mümkün olmuyor. İçe kapalı, Türkiye’nin tekelinde bir bölge konumundayız maalesef. Benim gibi düşünen birçok insanın tek isteği ise bir gün Kıbrıs’ın tam bağımsız bir ülke olması. Federal Kıbrıs çatısı altında demokratik değerleri benimseyen, insan haklarını tanıyan ve uygulayan bir devlet çatısı altında yaşayabilmek.
Geçtiğimiz aylarda organize suç örgütü lideri Sedat Peker’in gazeteci Kutlu Adalı cinayetiyle ilgili ifşalarından sonra yeniden gündeme oturdu Kuzey Kıbrıs. Türkiye’nin ve özellikle 20 yıldır iktidarda olan AKP’nin Kuzey Kıbrıs’ı bir “suç laboratuvarı” olarak kullandığı bugüne kadar birçok kez dile getirildi. İthamlar arasında kara para aklama, tarihi eser kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti, insan ticareti, faili meçhul cinayetler gibi pek çok ciddi suç var. Türkiye’nin 1974 yılında iki kez harekat düzenlediği ve o günden bu yana “yavru vatan” olarak tanımladığı Kuzey Kıbrıs’ta neler oluyor, mercek altına aldık ve Kuzey Kıbrıs’a biraz daha geniş bir çerçeveden bakalım istedik. Bu çerçeveyi ise Kıbrıslı araştırmacı, insan hakları savunucusu ve hukukçu Fezile Osum ile konuştuk. Kuzey Kıbrıs’ın bugün içine çekildiği vahim tabloyu ortaya seren Osum, bağımsızlık mücadelesi verdiklerini söyledi.
Türkiye’nin eli değmeden önce Kıbrıs neler yaşadı?
60’lı yılların öncesine baktığımız zaman İngiliz sömürgesi olduğumuz bir dönem var. İngiliz yasaları altında idare edilen, hiçbir demokratik sistemi olmayan bir ülkeydik, sömürgeydik. İngiliz sömürgesinden kurtulup ortak bir cumhuriyet inşa edildi. Ancak sorunlu bir yapıydı, yurttaşlık hakları bağlamında etnik temelde bir anayasa oluşturulmuştu ve bu etnik temel ve milliyetçilik bizi birbirimize düşürdü sonunda. Bu etnik algılar ve milliyetçilik anlayışıyla, paramiliter güçlerle örgütleri kurulmuş bir toplumun böyle bir düzende barış içinde yaşamasını beklemek biraz hayalperest bir şeydi sanırım. Yani temellerinin sağlam atılmadığını söyleyebiliriz.
1974’te Türkiye’nin Kıbrıs’a harekatına gelirsek…
Bizim, özellikle de insan hakları alanında çalışanların en fazla üzerinde durduğu harekat ilki değil, Türkiye’nin Kıbrıs’a yaptığı ikinci harekattır. Türkiye’nin ikinci Kıbrıs harekatında çok fazla insan hakları ihlali oldu. 14 Ağustos 1974 yılında olan bu ikinci çıkartma sırasında Kıbrıs’ta işkence, cinsel şiddet, zorla hamile bırakma, tecavüz etme gibi birçok şeyin yaşandığını görüyoruz. Hatta Rumlar Ortodoks oldukları ve kiliseye bağlı oldukları için kürtaj yapmak yasak olmasına rağmen, 74’te o kadar çok kadın olduğu söylenir ki zorla hamile bırakılan, kilise onay vermek zorunda kaldı kürtaj yaptırılmasına. Böyle birçok trajedi yaşanır o dönemde ve özellikle bu bölünme dediğimiz Kuzey ve Güney ayrımı da ondan sonra keskinleştirilir.
Ada’nın kuzeyinde kalan Rumlar Güney’e doğru itilir. Mülklerine, topraklarına el konulur. Güney’de mallarını bırakıp zorunlu göç eden Kıbrıslı Türkler de oldu.
Şimdiki KKTC’ye nasıl gelindi peki?
1975 yılında bir otonom devlet kurmaya çalışıyor Kıbrıslı Türkler. Bunun başını çeken kişi de Rauf Denktaş’tır. Bir çözüm tezi olarak Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulur. Daha otonom bir yapı ve uluslararası tanınırlığı da vardı. Denktaş federe devletin başındadır, o yürütür Türkiye’yle ilişkileri. Daha sonrasında ise 83 yılında ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulacağı kararı verilir. En sonunda da Türkiye’nin 80 darbesinin anayasasından kopya edilen bir anayasayla, 83 yılında şimdiki KKTC kurulur. O dönem buna itiraz eden kitle tehdit edilir, ciddi bir baskı olur.
KKTC’nin kurulmasından sonraki gelişmelerin yansıması nasıl oldu?
Tabii ki KKTC, hiç kimse tarafından tanınmadı. Bu da zaman içerisinde dış dünya ile ticaret yapılamamasına neden oldu. Bu durum hem üretimimizi etkiledi hem de toplumun uluslararası toplumlardan kopmasına yol açtı. İnsan haklarını da çok fazla etkiledi. Türkiye burayı kendisine bağımlı bir yapıya dönüştürmek istedi, bir memur devleti yaratıldı. Rumlardan kalan çok fazla mülk ve toprak olduğu için ciddi bir ganimet kültürü de oluşturuldu. Adil olmayan şekilde kuzeyde kalan mallar dağıtıldı. Bazı kişiler bir anda zenginleştiler.
Türkiye, KKTC’yi kurdurduktan sonra aslında orayı da buraya benzetmeye başlamış anlattıklarınıza göre…
AKP’nin ilk başlardaki tavrı biraz farklıydı, federal çözüm tezini destekliyordu ve Annan Planı’na evet diyordu. Ama sonrasında hızla resmi tezlere geri dönüldü, çözümden uzak bir siyaset izlenmeye başlandı, Hatta 2011 yılıydı yanılmıyorsam, ‘besleme’ dedi bize Cumhurbaşkanı Erdoğan. Yine Erdoğan bizlere 4 çocuk doğurmamızı emretti, tıpkı orada size yaptığı gibi. Feminist hareket olarak peş peşe eylemler yaptık, bayağı da ses getiren eylemlerdi. Bir önceki Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı da ‘Biz artık yavru vatan olmak istemiyoruz, kendi ayaklarımızın üstünde durmak istiyoruz’ dediği için tepki almıştı Erdoğan’dan. Akıncı’yı aşağılamaya yönelik demeçler verdi. Bunlar Türkiye’de farklı kesimlerden de yapılıyor, sadece AKP üzerinden söylemiyorum, CHP’de de var aynı refleks. İYİ Parti’de de var. Bir tek HDP farklı. HDP gerçekten burayı anlamaya yönelik, buradaki durumu bilen, insanlar ne diyor diye dinleyen, anlamaya yönelik bir empati geliştiriyor. Bir adım atıyor.
Kuzey Kıbrıs’ta Türkiye’deki gibi toplumda muhafazakar politikalar yürütülüyor mu, özellikle de kadınlar üzerinden?
Bazı girişimler var, evet. Çok fazla cami yapılıyor, özellikle de görünen yerlere. Her yerde Türk bayrağı, her yerde Atatürk heykelleri var. Bunlarla biraz Rumlara da mesaj veriliyor. Mesela işte Lefkoşa’da Rumların bir sınır kapısı var, tam oranın merkezinde kocaman bir Atatürk heykeli ve etrafında da böyle bir sürü bayrak var. Atatürk heykelinin de elinde bıçak gibi bir şey var ve Rum tarafını gösteren bir şekle sahip. Rumlar oradan geçtiği zaman direkt onu görüyor. Kadınlar açısından ise bu 4 çocuk doğurun empozesi olmuştu. Ayrıca burada bir süredir din kurslarında bir artış yaşanıyor, bazı kesimlerden çocuklar özellikle buna teşvik ediliyor.
Kuzey Kıbrıs’la ilgili Türkiye toplumunun bir kısmında ‘eğlence’ sektöründen ibaretmiş gibi bir algı var. Bununla ilgili bilgi verir misiniz?
Evet, Kıbrıs’ta bir “eğlence sektörü” var, gazinolar, gece kulüpleri ve turizm işletmelerinden oluşan. Ama bu eğlence sektörü dediğimiz şey burada yaşanan gerçekleri örtmek için bir maske aslında. Bunlar şehrin biraz uzağında kurulmuş ve içerisinde insan ticareti, kadın ticareti yapılan, çok ciddi hak ihlalleri barındıran yerler. Kadınlar zorla çalıştırılıyor. Özellikle Moldova, Rusya, Afrika ve Nijerya gibi yerlerden getirilen, 6 aylık sürelerle çalıştırılan kadınlar var. Bu kadınlar bu gece kulüplerinde zorla ticari sekse zorlanıyor, hapsediliyorlar. Bunun yıllık devlet bütçesine ciddi bir katkısı var. Dolayısıyla devletin de gece kulüplerinden ciddi bir şekilde yararlandığını ve bu doğrultuda bir işbirliği olduğunu söyleyebiliriz. Polisler ise her zamanki gibi göz yuman konumdalar, kadınların pasaportlarına el koyuyorlar. Düşünün ki buna da yasa el veriyor. Yasa diyor ki, ‘Gelen kadının pasaportunu polis alabilir.’ Tabii çoğu zaman bu kadınlara ‘Sen burada fuhuş yapacaksın’ denmiyor. Mesela kadın temizlikçi olarak geliyor, bakım hizmeti, barmenlik gibi işlerde çalıştırılmak için getirildiği söyleniyor. Zaten çoğu ciddi ekonomik sıkıntıların yaşandığı ülkelerden gelen kadınlar.
Kadınlar kandırılarak getiriliyorlar yani.
Evet tabii. Kadınlar bu koşullarda bu işi yapacaklarını bilmiyorlar. Kadınlar getirildikten sonra ‘Seni buraya getirmek için para harcadık. Hiç para almadan günde 7-8 kişiyle olacaksın’ deniyor. Bu kadınlardan bazılarıyla yapılan mülakatlarda çıktı ortaya bu bilgiler. Bu kadınlar hasta olduklarında dahi erkeklerle birlikte olmaya zorlanıyor. Telefonları izleniyor, kaçmayı denedikleri zaman ciddi olarak psikolojik ve fiziksel şiddete uğruyorlar, inanılmaz bir şiddetten bahsediyorum. Geçen yaz bir grup kadın vardı kaçmayı başarabildi fakat yüzleri gözleri şiddet nedeniyle çok kötü haldeydi. Biz Barolar Birliği ile ortak bir çalışma yaptık, halen daha bu konuyla ilgili yargı süreci devam ediyor ama kadınlar ülkelerine döndü. Şu anda bu yaşananlar çoğunlukla biliniyor toplumda ve bunlar uluslararası raporlara da yansıyor yıllardır, çok daha fazla çarpıcı bilgiyle beraber. Ancak maalesef somut bir adım atılmıyor.
Türkiye’den oraya eğlence sektörü için iş insanı sıfatıyla gelen birçok insan var, zengin erkekler var…
Tabii tabii geliyorlar. Bu konuyla ilgili paket programlar var. İşte Türkiye’den geldiğinde biri mesela, gece kulübünden bir ya da birkaç kadını çıkartıp kendi kaldığı otele gönderilmesini sağlayabiliyor. Zaten “Gece kulübünden şu kadınla birlikte olacak, şöyle ağırlanacak, böyle alınacak” diye hazırlanan paket programlar var, Türkiye’den gelenler için. Arabalarla havaalanından alınır, götürürler. Bu dediğimiz yöntemle çalışan çok ünlü oteller olduğunu da biliyoruz, mağdurlardan duyduk. Bu şekilde insan ticareti dönüyor buralarda.
Bütün bunlar bilinmesine rağmen hiçbir şey yapılmamasının nedenleri nedir sizce?
Çünkü devletin çok ciddi çıkarı var ve Türkiye’nin de çıkarı var bu kurulan mafyatik ağlardan. Uyuşturucu ve kadın ticareti, kara para aklama gibi işler buralarla da çok ilişkili. Anlattığım eğlence sektörü, gazinoların işletilmesi de dahil hepsi bir puzzleın, bu düzenin parçası. Kıbrıs kadın ticareti, uyuşturucu, kara para aklama gibi suçların merkezi haline getirildi. Mesela gazeteci Kutlu Adalı 90’larda tam da bu kara para aklama, uyuşturucu ve insan ticaretini ortaya koyduğu için katledildi. Türkiye burayı arka bahçesi yapmaya 90’larda başladı. Dolayısıyla şu anda da devam ediyor.