Feminist hukukçu Hülya Gülbahar ile İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin arka planını konuştuk
Nevin Cerav
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’ne imza atmasının üzerinden 10 yıl geçti. 11 Mayıs 2011’de sözleşmeye ilk imza atan ülke olmakla övünen AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 20 Mart 2021’de, kadınların deyimiyle darbe gibi bir kararla sözleşmeyi feshetti.
Sözleşmenin feshedilmesiyle birlikte karar henüz kesinleşmese de cesaret kazanan failler, kadın ve çocuklara yönelik saldırılarında giderek pervasızlaşıyor ve yargı buna göz yumuyor. Bu bilgiler ışığında, sözleşme yürürlükten tamamen kalkarsa Türkiye’de neler olur, diğer uluslararası sözleşmeler de tehlikede mi? Kadınlar ne yapacak? Bu soruların cevabı için Eşitlik İçin Kadın Platformu’nda da (EŞİK) yer alan feminist hukukçu Hülya Gülbahar’a başvurduk.
İktidar imzalamakla övündüğü İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma kararı aldı? Övünmekten reddetmeye geçiş ne zaman başladı?
Ben 2012 yılını bir kırılma yılı olarak görüyorum. 2012’den sonra kadın hareketi hiçbir somut işin içine dahil edilmedi ve ne İstanbul Sözleşmesi ne de 6284 sayılı yasa uygulandı. Eğer sözleşme Türkiye’de uygulansaydı zaten bambaşka bir Türkiye’de yaşıyor olacaktık. Sadece kadına karşı şiddetin son bulması, cinayetlerin azalması anlamında da demiyorum. Çünkü eşit yurttaşlık fikrine sahip çıkan bir devlet olduğu zaman, karşınızda bambaşka bir ülke var demektir.
İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesinin yanı sıra hukuki olmayan birçok uygulamanın hayata geçirildiğini görüyoruz. Nasıl bir Türkiye oluşturuluyor?
Siyasal İslam dünyada insanlara ne vaat etti ki? Türkiye’de yoksulluğun ve yolsuzluğun diz boyu olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Neoliberal politikalar kapitalizmin en vahşi halidir. Türkiye devletinin şu anki ekonomik politikaları ise neoliberal politikaların da en vahşi hali. Siyasal İslam hiçbir şey vaat etmiyor topluma ve halklara. Tam tersine eldeki demokrasi kırıntılarını da yok eden bir icraata sahip. Geriye ne kalıyor? Günde 15 saat, 18 saat asgari ücret ya da yarım asgari ücretle çalıştırdığı erkeklere, ‘Ama evde sana hizmet edecek, senin acılarını, öfkeni yatıştıracak bir kadın var’ı sunuyor. Aynı zamanda tek bir kişinin her bir bireyin hayatı hakkında karar verme yetkisine sahip olduğu hiyerarşik bir toplum modelini savunuyor, bunu da aile ve kadın üzerinden yapıyor. Dolayısıyla siyasal İslam’ın temel ayırt edici özelliği ne demokrasi ne ekonomik refah ne de kalkınmadır toplumlar açısından. Sadece ve sadece kadınların erkekler tarafından hayatlarının kontrol edildiği ve erkeklere kadınları öldürmek dahil her türlü şiddeti uygulayabileceği bir toplum tasavvuru var. O yüzden ‘Erkenden evlenin. 3 çocuk, 5 çocuk doğurun’ diyorlar.
Çocuk yaşta evlendirmeyle tam olarak hedeflenen nedir?
Daha üzerinden bir yıl bile geçmedi, bir profesör televizyondan 12 yaşındaki bir kız çocuğu bedeninin doğum yapma konusunda ne kadar ideal olduğunu anlattı. Yani bu 12 yaşında bir çocuğun doğum yapması için 11 yaşında tecavüze uğraması anlamına geliyor. Bunu savundu. Çocuk istismarı yasasını kaç kere gündeme getirdiklerini biliyorsunuz, bu konudaki hevesleri bitmiş değil. 200 milyonluk bir Türkiye olmak gibi saçma bir nüfus politikaları var. Bu nedenle milyonlarca işçi ve emekçi çocuğunun erkenden evlendirilip erkenden çocuk doğurması isteniyor. Tabii ki bir avuç zengin azınlık kendi çocuklarını yurt dışında kolejlerde okutacak, bir üniversite ya da iki üniversite bitirecek. 20 yaşında değil belki 30 yaşında evlenecekler ya da evlenmeyecekler. Bir avuç zengin azınlığın kaç çocuk doğuracağı konusunda da ne zaman evleneceği konusunda da sınırsız özgürlüğe sahip olduğu, milyonlarca işçi-emekçi çocuğunun ise erkenden evlenip erkenden çok çocuğa boğulup asgari ücretle ömür boyu sürecek bir yoksullukla yaşamalarını istiyorlar. İdeoloji bu. Geçtiğimiz günlerde Sayın Erdoğan, yanlış hatırlamıyorsam Tokat kongresinde, kadınlara ‘Fatihler doğurun’ dedi. Yani bize ucuz asker doğurun, bize ucuz asker lazım, ucuz işçi lazım. İstediğimiz zaman bir kuruşsuz, kıdem tazminatı bile ödemeden işten atalım, istediğimiz zaman Gare’de olduğu gibi onlarca asker ölsün, gitsin. Çünkü ‘geride milyonluk ordularımız’ olacak demek bu. Yani insanı haklarıyla, eğitimiyle, insan onuruna yakışır çalışma ve barınma koşullarıyla gelişkin bir varlık olarak değil, güdülecek et yığını olarak gören bir felsefeye sahipler. Siyasal İslam bize böyle bakıyor, lütfen Müslüman arkadaşlarımız alınmasın, siyasal İslam’dan bahsediyorum çünkü.
İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilme kararı tarikatlara verilen bir taviz mi sizce?
Bütün tarikatları kastetmiyorum ama İstanbul Sözleşmesi’ne karşı olanlar ya IŞİD kafasına sahip ya da soft IŞİD kafasına sahip olan bir avuç tarikatçı. Bunlar o kadar marjinal ki İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilme kararı açıklandığında sevinç çığlıkları atmışlardı. Sözleşmeden çıkış kararıyla cesaretlendirilen, iktidarın kapısına bağlanmış olan o marjinal erkek vatandaşlar, bir gün kadınların üzerine salınacak ve kadınları sokağa çıkamaz hale getirecek olan paramiliter güç olarak ödüllendirildi. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkışın nedeni olarak ben bunu görüyorum, gayet ideolojik gayet pragmatik bir neden bu. Karardan sonra hatta 12 Nisan’ı ‘Tecavüz Günü’ ilan ettiler. Sokaklara çıkıp kadın avlayacak çeteler oluşturdular. Sadece 3 kişiyi gözaltına aldılar. Oysa İçişleri Bakanı, ‘Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bir erkek bir kadına asla böyle bir şey yapamaz, yapamayacak, yaparsa karşısında beni bulur’ diye açıklama yapmalıydı. Bu öyle sessiz sedasız 3 kişiyi gözaltına alıp kapatılacak bir sorun değildi. Maalesef işin acı tarafı, sözleşmeden çıkma kararından sonra bu kışkırtılmış erkekliği ister milliyetçi tonlardan, ister dini tonlardan, isterse solcu kılığına bürünmüş ama kadın düşmanı olan herkesin cesaret kazandığını ve kadınlara karşı daha pervasız saldırılara başladığını yaşanan örneklerle görüyoruz.
Bu tabloya bakınca İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun her ay çıkıp ‘Kadın cinayetleri azaldı’ açıklamalarını nasıl anlamlandırabiliriz?
Bu sorunuzun cevabını yine siyasal İslam’a bağlasam abartmış olur muyum diye düşünüyorum. Çünkü bir kişinin ağzından çıkan her şeyin kanun olduğuna ve her şeyin doğru olduğuna inanmamızı istiyorlar. Böyle bir demokrasi, böyle bir toplum, böyle bir hayat olamaz. İki insanın ilişkisi bile böyle yürüyemez. İçişleri Bakanı’nın verdiği bu verilere inanmamız için bir tek örnek yok, tam tersine inanmamamız için ben size 100 tane neden sayabilirim. Kadınların topladığı veriler sadece basına yansıyanlardan oluşuyor. Alın TÜİK’in verilerini de ve bu rakamları en az 3’le çarpın. Günde en az 3 kadın öldürülüyor, hatta bazen bu 6 kadına çıkıyor maalesef. Kadın cinayetleri verilerinde manipülasyon var. Mesela yaralı olarak hastaneye kaldırılan kadınlar, intihar süsü, kaza süsü verilen kadınlar, zehirlenenler var. Bu vakalar yansımıyor verilere. O yüzden EŞİK olarak ‘Bu artık bir cins kırımı, Meclis göreve, herkes göreve. İstanbul Sözleşmesi uygulansın, 6284 sayılı yasa uygulansın’ kampanyası yaptık. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması ile beraber kadın cinayetleri azalmadı, artıyor ve üzgünüm ki artmaya da devam edecek. Kadın cinayetlerinde artık bundan sonra tüm yöneticiler, İçişleri Bakanlığı ve diğer tüm sorumlu vekiller şahsen de sorumludurlar.
İstanbul Sözleşmesi’nden hukuki olmayan bir yöntemle çıkılmasının diğer uluslararası sözleşmeleri de tehlikeye attığı konuşuluyor…
Türkiye’yi gerçekten zor bir süreç bekliyor. EŞİK olarak ve Türkiye kadın hareketindeki bütün kadınlar olarak muhalefete bunu anlatmaya çalıştık ve maalesef bazı muhalefet partilerini ikna edemedik. Hep birlikte, ayrımcılık yapmadan çıkıp ‘Kanuni yollardan yürürlüğe sokulan bir sözleşmeden ancak kanunlar uygulanarak çıkılır. Biz Meclis içinde ve dışındaki muhalefet partileri olarak bu konuda çok kararlıyız’ diyerek bir ortak duruş sağlayın dedik. Maalesef çok uğraştık ama başaramadık. Tamam, Meclis’te de kaybedilebilirdi ama en azından yasalara biraz uygun olurdu. Şimdi ne oldu? Montrö tartışması kadın hareketinin ne kadar haklı olduğunu gösterdi. Eğer bu karar kabul edilirse bütün uluslararası sözleşmelerden sadece bir kişinin kararı ile çıkılabilir demektir. Bu Türkiye’yi sadece uluslararası hukuk sisteminden çıkarmak anlamına gelmiyor, dünya hukuk sistemine de bir saldırıdır. Bütün Türkiye’nin hatta tüm dünyanın ayağa kalkması gerekir. İnsan hakları hukuk sistemi evrenseldir, devletlerin de üzerindedir. Bu karar kabul edilemez. Edilirse o zaman Medeni Kanun da yürürlükten kaldırılır, Ticaret Kanunu da. Tek bir kişi yürürlükteki kanunları kaldırıyorsa onun yerine konulacak kanunları da kendi yazar. Bir hukuk sistemi buna izin verebilir mi? O nedenle sadece kadınların değil, toplumda her siyasi görüşten insanın İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış girişimine karşı birleşik ortak mücadele vermesi gerekir. Tabii ki Meclis’teki partilerin de bir araya gelmesi çok önemli.
İstanbul Sözleşmesi’nin feshi kadınları nasıl etkileyecek?
Bir kere şu çok net: Türkiye’nin sözleşmede imzası olsa da olmasa da biz kadınlar eşitlikten, özgürlükten vazgeçmeyeceğiz. Her gün öldürülen 3 kadından 2’si partnerinden, kocasından ayrılmak istediği için öldürülüyor. Öldürülen kadınların arasında okuma-yazma bilmeyen de üniversite hocası olan da var. Her gün çantalarında boşanma dilekçeleriyle, ‘Bu adam beni öldürecek’ yazan şikayet dilekçeleriyle dolaşan kadınlar bilmiyorlar mı öldürüleceklerini? Biliyorlar. Ama özgürlük için, bağımsızlık için ölümü göze alıyor kadınlar. Bir insanın özgür doğup özgür ölmek istemesi en doğal haktır. Bunu hiç kimse görmese dahi biz kadınlar görüyoruz ve özgürlük için biz bu bedeli ödemeye devam edeceğiz. Hiç kimse bizim bundan vazgeçeceğimizi, ‘Otur deyince oturacaksın, kalk deyince kalkacaksın’ diyen erkeğin önünde koyunlar gibi boynumuzu eğeceğimizi düşünmesin. Özgürlük için, eğer bedeli ölümse bu ölümü göze almış milyonlarca kadın var. Bunu herkes böyle bilsin.
İstanbul Sözleşmesi’nin oluşturulmasının nedeni de bu mücadeleden vazgeçilmemesi zaten değil mi?
İstanbul Sözleşmesi Diyarbakırlı Nahide Opuz’un ve annesinin kanıyla yazılmış metin. AİHM, Türkiye’yi Opuz’un başvurusuyla mahkûm ettiğinde Nahide Opuz annesini kaybetmişti. Nahide Opuz da bugün hayatta olmayabilirdi. İstanbul Sözleşmesi o yüzden Opuz kararına atıfta bulunuyor. Kolay değil bu sözleşmeler öyle. ‘Kadınlar kağıt üzerindeki hakların peşinde koşmasın’ demişti Erdoğan. O sözleşmeler kağıt üzerinde kalmıyor, bizim o sözleşmenin her satırında, hayatımız var. Biz uluslararası bu sözleşmeleri, hukuk metinlerini hayatımızın bir parçası yapmak için mücadele ediyoruz. O sözleşmelerde senin bir devlet olarak imzan olsun ya da olmasın, onlar bizim hayatımızın temeli. Dünya yüzeyinden kadınlara yönelik şiddet silininceye kadar İstanbul Sözleşmesi’ni hem Türkiye’de uygulamaya devam edeceğiz hem de dünya sözleşmesi yapmak için mücadele vereceğiz. İstanbul Sözleşmesi’ni hiç kimse kusura bakmasın, isterse çatlasın, patlasın dünya sözleşmesi yapacağız.
Kadın katillerine
İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilme kararı sonrası kadın katili ve çocuk istismarcısı olan erkeklere sanki genel af çıkarılmış gibi bir rüzgar var. Çok güzel ifade ettin, bütün faillere genel af ilan edilmiş gibi değil mi? Çok haklısınız. Biz de aynı şeyleri gözlemliyoruz. Kadına karşı şiddet suçu işlemeye, kadın öldürmeye karşı adeta cezasızlık ilan edilmiş gibi bir atmosfer yaratıldı. En azından Türkiye toplumunun bir kesimi bu histeriye kapılmış durumda. Ama bir gün devran dönecek ve bazı suçlar var ki zaman aşımı yok. Bunu herkesin hatırlaması gerekiyor. Yarın tekrar bir değişim olur, şimdi serbest bırakılanlar yaptıklarının cezasını çeker. Bunu hakimlerin de yöneticilerin de bilmesi gerekir. İktidarı kullananlar bunları unutuyor. genel af çıkmış gibi