Av. Serbay Köklü ile PKK Lideri Öcalan’a yönelik tecritte uluslararası güçlerin rolünü konuştuk:
Hüseyin K. Akçadağ
Türkiye, PKK Lideri Abdullah Öcalan’a uygulanan tecridi tartışmaya devam ediyor. Tecridin kaldırılması için yapılan açlık grevleri 100 günü aştı. Avukatlarının ve ailesinin görüşmek için yaptığı başvurular çoğu zaman yanıtlanmıyor bile. Devlet kendi yasalarına uymuyor. Bunun için bir gerekçe dile getirmeye gerek görmüyor.
Öcalan’a uygulanan tecridi, Avrupa hukuku ve Avrupalı kurumlar nezdinde durumunu Öcalan’ın Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Serbay Köklü ile konuştuk.
PKK Lideri Abdullah Öcalan’a uygulanan tecridi uluslararası hukuk açısından değerlendirir misiniz?
Sayın Öcalan’a uygulanan tecridi uluslararası hukuk bağlamında değerlendirirken öncelikle İmralı Cezaevi üzerinde siyasi ve hukuki olarak etkili ve yetkili güçleri ifade etmekte fayda var bence. Bilindiği üzere İmralı Cezaevi Sayın Öcalan’dan önce açık cezaevi iken uluslararası komplo sürecinde 4 Şubat 1999 tarihinde CIA ve Türkiye arasında yapılan gizli görüşme ve antlaşma sonucunda sadece Sayın Öcalan’ın tutulacağı yüksek güvenlik ve özel bir cezaevi şeklinde dizayn edildi. Bu dizayn hiçbir hukuk kuralının işlemediği tamamen keyfi ve irade kırma amacıyla hayata geçirildi. Uluslararası komplo ve İmralı tecrit sistemi de yine ABD öncülüğünde NATO konsepti çerçevesinde Ortadoğu’ya müdahalenin ilk ve en stratejik hamlesi olarak Sayın Öcalan’ı etkisizleştirme amacıyla gerçekleştirilmişti. Bugün de aynı amaçla bütün ağırlığı ile sürdürülüyor. Yani İmralı Cezaevi Sistemi en başından beri bir uluslararası konsept dahilinde geliştiriliyor. Nitekim Sayın Öcalan’ı İmralı Cezaevi’nde ilk karşılayanlardan birisinin Avrupalı bir yetkili olması ve devamında da 2 Mart tarihinde CPT’nin ziyareti de İmralı tecrit sisteminin kuruluşunun ve arka planının anlaşılması için önemli başka örneklerdir.
Kısaca ifade etmeye çalıştığımız husus İmralı tecridinde kuruluşundan bugüne kadar birinci derecede sorumluluğun Türkiye’de olduğu kadar ABD, Avrupa Konseyi ve diğer uluslararası kurumlarda da olduğudur. Türkiye’nin yapmaya devam ettiği temel olarak 4 Şubat 1999 tarihli gizli protokoldeki NATO konsepti çerçevesindeki rolünü oynamaya devam etmektir.
Bu politikanın kendisi uluslararası hukuka uygun mudur? Kesinlikle değildir. Burada ifade edilen hukuksal kara delik niteliği İmralı Cezaevi’nin pozisyonunu net olarak ortaya koymaktadır. Zira İmralı Cezaevi’nde Sayın Öcalan’a özgü kurallar getirilmiş olduğu halde bu kuralların kendisi bile uygulanmamaktadır. Hukuki öngörülebilirlik yerine hukuksuz ve keyfiyet esas alınmaktadır. Uygulamalar Türkiye’deki mevcut verili hukuka uygun olmadığı gibi Türkiye’nin üye olduğu Avrupa Konseyi ve Birleşmiş Milletler hukukuna ve imzalamış olduğu uluslararası sözleşmelere de uygun değildir.
Avrupa İşkence ve Kötü Muameleyi Önleme Komitesi (CPT) hangi anlaşmalardan yetki alıyor?
CPT Türkiye’nin de üye olduğu Avrupa Konseyi’ne bağlı olarak Avrupa İşkenceyi Önleme Sözleşmesi’nin uygulanmasını desteklemek ve işkencenin önlenmesi amacıyla kurulmuş bir komitedir. Türkiye de Avrupa Konseyi üyesi bir devlet olarak hem işkenceyi önleme sözleşmesini imzalamış hem de komitenin denetimini kabul etmiştir. Türkiye’de yürürlükte olan Anayasa’nın 90. maddesi gereğince de her türlü iç hukuktan üstün bir durumdadır.
Avrupa Konseyi ve CPT’nin bu kapsamda İmralı Cezaevi’nin denetlenmesi konusunda güçlü yetkileri olduğu gibi İmralı Cezaevi’nde devam eden işkence niteliğindeki uygulamaların sonlandırılması konusunda da çok ciddi sorumluluğu bulunmaktadır. Ancak maalesef CPT’nin ve Konsey’in bugüne kadarki tavrı meseleyi diplomatik görüşmeler ve herkese yaranmaya çalışan açıklamalar ile geçiştirmeye çalışmak olmuştur. Halbuki dilediği zaman “de facto” yani doğrudan ziyaret ve tavsiyelerine uymayan üye devlete karşı “kamuoyu duyurusu” yetkileri konunun gündemleşmesi için önemli yetkilerdir. Ancak bugüne kadar maalesef bu yetkiler CPT tarafından tercih edilmemiştir.
Öcalan örneğinde şimdiye kadar bu yetkilerini nasıl kullandı?
CPT İmralı Cezaevi’ni bugüne kadar sekiz kez ziyaret etmiştir. Bu ziyaretler ilk olarak Sayın Öcalan İmralı Adası’na getirildiği yıl olan 1999 yılında başlamış akabinde 2001, 2003, 2007, 2010, 2013, 2016 ve en son olarak da 2019 yılında gerçekleşmiştir. Bu ziyaretlerin ve devamında açıklanan raporların tamamında istisnasız gündem başlıklarının en önemlisi İmralı Cezaevi’ndeki avukat ve aile görüşmelerinin kısıtlanması olmuştur. Maalesef bu kadar ziyaret ve rapora rağmen bu konuda bir iyileşme gerçekleşmediği gibi durum oldukça ağırlaşmıştır.
Şöyle ki 27 Temmuz 2011 tarihinden sonra avukat görüşmeleri neredeyse son on yılda sadece beş defa gerçekleşebilmiştir. Bununla birlikte bu dönemde çeşitli tarihlerde örneğin 11 Eylül 2016 ve 12 Ocak 2019 tarihli aile görüşmeleri arasında Sayın Öcalan’dan haber alabilmek imkânsız olmuştu. Üstelik her iki aile görüşmesi de ancak açlık grevlerine varan tepkiler sonucunda mümkün olabilmişti. Nitekim bugünkü durum da benzer şekildedir.
CPT’nin geçmiş tarihlerde dikkat çektiği bir diğer husus Sayın Öcalan’ın bütün bir adada tek başına tutuluyor olmasıydı. 2009’da Sayın Öcalan’ın yanına beş mahpus nakledilse de bu durum tecridi sonlandırmadığı gibi tecrit bireysel izolasyondan grup izolasyonuna dönüştü. Bugün de İmralı Cezaevi’nde bulunan diğer müvekkillerimiz olan Sayın Konar Sayın Yıldırım ve Sayın Aktaş İmralı Cezaevi’ne nakledildikleri yıl olan 2015’ten bugüne kadar herhangi bir şekilde avukat yüzü görmemişlerdir.
CPT maalesef bir algının ve politikanın gelişmesinde de olumsuz bir rol oynamaktadır. 2016 ve 2019 ziyaretlerinden sonra açıklamaların içeriği önemli olsa da açıklamaların arkasında durmamaları örneğin 2021 Türkiye ziyaretlerinde Türkiye’nin tecritte ısrar tutumuna rağmen İmralı Cezaevi’ni ziyaret etmemiş olmaları Türkiye’yi bu konuda cesaretlendirmiştir.
CPT kararlarının uygulanmamasının zorlayıcılığı var mı?
Şüphesiz var, bizim CPT’ye yönelik eleştirel bir tutum almamızın temel nedeni CPT’nin taşıdığı misyona ve insan hakları mücadelesinin birikiminin bir sonucu olarak kuruluş sözleşmesine duyduğumuz itibardır. Biz de farkındayız, maalesef CPT de diğer uluslararası kurumlar da uluslararası komplo ve tecrit arkasındaki konsepti aşamamaktadır. Ancak unutulmaması gereken husus insan hakları kurumlarının devletler istediği için veya onların onayı ile değil toplumların mücadelesi sonucu geliştikleri ve devletlerin onları tanımak zorunda kaldığıdır.
Bizler bu yüzden sadece CPT’ye değil başta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi olmak üzere diğer tüm insan hakları kuruluşlarına hem kuruluş sözleşmelerini, hem de kuruluşlarının arkasındaki toplumsal mücadele birikimlerini bıkmadan usanmadan hatırlatmaya çalışıyoruz. Bu da bizim bir görevimiz.
CPT’nin raporlarının birinci zorlayıcılık zemini teşhirdir. Teşhirin etkisini küçümsememek gerekir. Tabii bir de az önce de izah ettiğimiz üzere “de facto” ziyaret ve tavsiyelerine uymayan devletlere karşı izinsiz “kamuoyu duyurusu” yöntemi bulunmaktadır. Bununla birlikte Avrupa Konseyi de çeşitli başka komiteleri aracılığı ile CPT’nin raporları ve açıklamaları çerçevesinde yaptırımlar gündemine almaktadır. Bunların hepsi önemli zorlayıcı uygulamalardır.
Öcalan’ın yargılanmasını Avrupa hukuku açısından değerlendirir misiniz?
Şu ana kadarki değerlendirmelerimiz ağırlıklı CPT üzerine oldu. Ama tabii ki konuşulması gereken temel konulardan biri de budur. Çok açık ve net bir şekilde ifade ediyoruz: Bu sadece bizim ifademiz değil, AİHM’in kararı aynı zamanda. Sayın Öcalan İmralı’da adil bir şekilde yargılanmamıştır. İmralı yargılamasının kendisi başından sonuna kadar askerlerin denetimde ve keyfi olarak sembollerle yürütülmüştür. Aksi halde Sayın Öcalan hakkında idam kararı verildiği günün Şeyh Sait’in idamının yapıldığı güne denk getirilmesi mümkün olamazdı.
AİHM’in adil yargılanmanın ihlali kararı maalesef Türkiye hukuk siyasetinin gerçek yüzünü ortaya koymuştur. Türkiye bu kararı tanımamıştır. Sadece dosya üzerinde bir düzenleme ile dosyayı açıp kapatmıştır.
AİHM’de bekleyen tecrit dosyası
AİHM veya başka bir merci tecridin kaldırılması ile ilgili karar alabilir mi?
CPT’nin neler yapabileceğini kısaca ifade ettik. Ve sanırım bu konuda esas sorumlu diğer kurumlardan biri olarak AİHM’in tecride nasıl yol açtığını da özel olarak belirtmek gerekir. Şu an bizim AİHM’de 2011 tarihinden beri sonuçlanmasını beklediğimiz temel dosya toplu tecrit dosyasıdır. Aradan geçen 10 yıla rağmen henüz AİHM bu konuda bir karar almış değildir.
Son derece genel ve basit hukuk ölçüleri açısından ihlal ve tecrit vurgusu dışında bir kararın çıkması mümkün değildir. Bizim tahminimiz sırf bu yüzden de özel olarak geciktirilmektedir. Ancak yakın zamanda bu yönlü bir beklentimiz söz konusudur. Bu dosya üzerinden şunu söyleyebiliriz: Genel siyasal gelişmeler ve bunların hukuksal yansıması olarak tecrit daha fazla sürdürülemez durumdadır. Şüphesiz Türkiye hukuk sistemini belirleyen temel bir ölçü olarak tecrit kendiliğinden tek başına sonlanmayacaktır. Ancak biraz daha örgütlü ve güçlü bir şekilde teşhir ile birlikte tepki koymak tecridin sonlanması için çok önemli olacaktır.