Nazım Hikmet, 1925 yılından itibaren birçok kez yargılandı ve yargılandığı birçok davadan beraat etti. Sonunda, 1938 yılında “orduyu ve donanmayı isyana teşvik etmek” iddiasıyla yargılandığı davada 28 yıl hapis cezasına çarptırıldı. İsmet İnönü’nün ‘milli şef’ olarak ülkeyi yönettiği yıllar boyunca Türkiye’nin birçok cezaevinde yatırıldı. Milli şef, 1946’da yapılan ilk çok partili seçimi kaybetmesine rağmen hile-hurda ile iktidarını dört yıl daha sürdürdü. Sonunda ‘dış mihraklar’ ağır bastı ve 1950 yılında yapılan cumhuriyet tarihinin ilk nizami seçiminde iktidar el değiştirdi. İşte Nazım, tam bu seçimlerin arifesinde başladı 17 gün sürecek olan açlık grevine. Görüşe gelen annesine ‘burada paçavra haline geleceğim, nebata döneceğim, iyisi mi öleyim’ demişti.
9 Mayıs 1950 günü, annesi Celile Hanım üzerinde ‘Haksız yere mahkum edilen oğlum Nâzım Hikmet açlık grevindedir. Ben de ölmek istiyorum gece gündüz oruçluyum. Bizi kurtarmak isteyenler bu deftere adreslerini yazarak imzalasınlar’ yazılı bir dövizle Galata Köprüsü’nün üzerine çıktı ve ‘trafiği engellemek’ suçlamasıyla gözaltına alındı.
Bunun ardından ilginç bir dayanışma gerçekleşti. Garip akımının kurucu şairleri Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat, Nazım’a destek için üç günlük açlık grevine başladılar. Bu üç şairin Nazım’ın siyasal çizgisi ile örgütsel ya da düşünsel bir bağı yoktu. Ne de Nazım’ın şiir tarzını, ekolünü benimsemişlerdi. Ama onun şair kişiliğine saygı duyuyorlardı ve faşizmin şairleri ezerken ekol ya da tarz ayrımı gözetmeyeceğinin farkındaydılar. Ayrıca belli ki, hak ve özgürlüklerin hangi kişiye uygulanıp hangi kişiye uygulanmayacağı anlamında ayrımcılık yapmak gibi anti-demokratik saplantıları da yoktu. Bu üç şairin eylemi, tarihe onurla yazıldı.
14 Mayıs 1950 seçimleriyle iktidarın değişmesinin akabinde Cahit Sıtkı, Halide Edip ve Cevdet Kudret başta olmak üzere başka yazar, şair ve aydınların da girişimleri ile Nazım Hikmet’in açlık grevi tahliye ile sonuçlandı. İktidar Nazım’ı tahliye etmişti ama daha önce Sabahattin Ali’yi başını taşla ezerek katleden ‘derin yapı’ peşini bırakmamıştı. Nazım bunun üzerine yurt dışına kaçmak zorunda kaldı ve ömrünün geri kalanını bir dünya şairi olarak gurbette geçirdi.
Türkçe edebiyatın önemli isimlerinden biri olan Ahmet Altan 23 Eylül 2016’da ceza kanununda yazmayan ‘subliminal mesaj verme’ suçlaması ile hapse atıldı. 2019 Kasım ayında bir haftalığına tahliye edildi fakat ‘derin yapı’ peşini bırakmadı ve yeniden hapse girdi. Özellikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile girilen uzun hukuki süreçler sonunda meyvesini verdi ve Altan geçtiğimiz günlerde tahliye edildi.
Nazım Hikmet’in ‘gerçek suçu’ komünist olmaktı. Komünizmin temelinde yattığına inandığı otorite karşıtlığı gereği ‘milli şef’ gibi faşizan iktidar sahiplerine de itibar etmemişti. ‘Derin yapı’ bu nedenle hiç peşini bırakmadı. Altan’ın ‘gerçek suçu’ ise üç katlı: Kürt özgürlük hareketine destek olmak, ‘derin yapı’yı tasfiye çabası içine girmiş olmak ve ‘reis’ tabir edilen zamanımızın ‘milli şef’ hortlağı şahsiyetine itibar etmemek.
Derin yapının sağ kanadı kadar sol kanadı da, Altan’ın tahliyesinden hiç memnun değil. Bu çevreler, Altan’ın Taraf gazetesi yönetiminde olduğu dönemi vurguluyorlar. Altan’ın o dönemi ne taraftan bakılsa sorunludur. Fıtratı faşizm olan ‘derin yapı’yı fıtratında demokrasiden eser olmadığı malum İslamcı iktidar sahipleriyle el ele tasfiye etme girişiminin fiyasko ile sonuçlanacağı başından bellidir. Bir edebiyatçının ülkenin ve dünyanın siyasi yapısı ve süreçleri üzerine fikir beyan etmesi sorumluluk gereğidir. Fakat siyasi yapıyı ve süreçleri dönüştürebilecek özne konumunda kendini tahayyül etmek bir yanılgı olsa gerekir. İktidar odaklarıyla bir dönem yaşanan işbirliği, sonuçta tersine dönmüş, ‘derin yapı’ o dönemki ‘cellatları’ ile artık el ele vermiştir. Altan’ı hapsetme, Kürt özgürlük hareketini şeytanlaştırma ve demokratik muhalefeti ezme gibi olağan ‘derin işler’ kaldığı yerden devam etmektedir. Altan’ın Taraf macerası ibretliktir.
‘Derin yapı’nın neferleri, Taraf fiyaskosunu öne çıkarsalar da gerçek dertleri başkadır. Çünkü birçoğumuz için Ahmet Altan adı ile 1995’te yazdığı ‘Atakürt’ yazısı özdeştir. Bu nedenle Milliyet gazetesindeki işinden atılmış ve hapis cezasına çarptırılmıştı. Bazılarımızın belleğinde ise daha önce 1994’te Özgür Ülke binasının ‘derin yapı’ tarafından bombalanması akabinde Orhan Pamuk, Latife Tekin, Lale Mansur ve Murathan Mungan gibi edebiyatçılarla kol kola yaptıkları protesto yürüyüşünün fotoğrafı vardır.
Ahmet Altan, 70 yaşını geçmiş bir edebiyat değeri olarak artık özgür. Onun özgürlüğüne kavuşmasında ne yazık ki 1950’li yılların şair, yazar ve aydın dayanışmasına benzer bir dayanışmanın payı hiç yok. Belli ki bu çevreler reise biat etme ya da ‘derin yapı’ tarafından zehirlenmiş olma, ya da her ikisi ile malul. Altan’ın tahliyesi karşısında ifade edilen memnuniyetsizlik, Orhan Pamuk’un 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasına verilen tepkileri hatırlatıyor. Belli ki sağ ve sol kanadı ile bölünmez bir bütün arz eden o ‘derin yapı’, 1994’te çekilmiş o fotoğrafı asla affetmeyecek.