Siz bu satırları okuduğunuzda, tarihte ilk kez bir ABD başkanı ‘Ermeni soykırımı’ terimini resmen telaffuz etmiş olacak. Bu gelişmenin sembolik değeri kadar önemli pratik sonuçları olacağını dünya ve Türkiye kamuoyu iyi biliyor. Joe Biden, 1915’ten bu yana hiçbir başkanın cüret edemediği bir adımı atmakla ABD’nin demokrasi ve insan hakları eksenli yeni küresel stratejisi konusunda önemli bir samimiyet testinden de sınıfı geçmiş olacak.
Türkiye siyasetine aşina olanlar, Erdoğan’ın bu gelişmeyi bir diplomatik yenilgi olarak kabullenmek yerine iç siyaset malzemesi yapacağını bilirler. CHP eksenli muhalefet de bu malzemeye dahildir. Milli birlik ve bütünlüğümüze kasteden dış mihraklar edebiyatı hemen devreye girecek, CHP ABD yönetimine karşı sert açıklamalarda bulunacaktır. Türk milli kimliğinin quasi anti-emperyalist damarının tetiklenmesi kaçınılmazdır.
O halde, bu momentte bakmamız gereken, devletin resmi ideolojisi ve hükümetin popülist söylemi ötesinde toplumun genel sağduyusu ve vicdanı olmak durumundadır. Türkiye toplumu, cumhuriyet tarihi boyunca patolojik bir endoktrinasyon içinde yoğrulmuştur. Bu kesintisiz ve sistematik operasyonun meyvesi, kültürel çoğulluk gerçeği karşısında milli suskunluktur.
Bu suskunluk, Fatih Akın’ın 2015 tarihli ‘Kesik’ filminin ana temasını oluşturur. Bir Türk kasap, Ermeni kurbanı Nazaret’i öldürmek yerine boynuna attığı kesik ile onun adına bir tercihte bulunur: Hayatta kalma karşılığı ömür boyu suskunluk. Bu mahkumiyet, bir insan yaşamı süresinin ötesinde, kuşaklar boyu her iki tarafın da kaderi olacaktır. Bir yanda farklı kimlikler, boyunlarındaki kesik nedeniyle ses çıkarmaktan acizken öte yanda monolitik milliyetçiliğin sesi, gasp ettiklerini kaybetme ve işlediği suçların hesabını verme korkusunu sürekli körükleyerek kasabı esir almıştır.
Biden’ın ‘soykırım’ telaffuzu, dünya kamuoyu nezdinde o ‘Kesik’in tedavi edilişinin ilanı anlamına gelebilir. Bu, yalnızca dünyanın çeşitli ülkelerine yayılmış olan Ermeni kuşakların Türkiye devletinden tazminat taleplerini dile getirebilecekleri meşru bir zeminin oluşmasıyla sınırlı değildir. Türkiye toplumu için de, kuşaklar boyunca üzerinde tepindiği toprağı sorgulamanın, kendini daha sağlam ve demokratik temellerde yeniden inşa etme tahayyülünün yolunu açma anlamında bir fırsattır.
Jenosid yıldönümünü takip eden ilk iş günü olan 26 Nisan’da Kobani olayları davasının ilk duruşmasının gerçekleşecek olması anlamlı bir rastlantıdır. HDP yöneticileri, 2014 Ekim’inde gerçekleşen Kobani protestoları ile bağlantılı can kayıplarından sorumlu tutulmaktadır. Bu olayların gerçek yüzü; ölenlerin çoğunun Kürt protestocular olduğu, polis ve cihatçı grupların birlikte hareket ederek kolektif bir toplu cinayet suçu işledikleri yakında herkes tarafından anlaşılacaktır. Bu davanın, o ölümlerden çok engellenmiş jenosid arzusu ile ilgili olduğu da bir gerçektir. Ama şimdilik, Ermeni katliamı üzerine uzun süre topluma anlatılan hikayenin bir benzeri ile karşı karşıya olunduğu ortadadır.
1915 söz konusu olduğunda resmi Türk tarih anlatısı hala, ‘Türkler Ermenileri değil de Ermeniler Türkleri öldürdü’ argümanını savunmakta, bununla ilgili iç mihraklar şöyle dış mihraklar böyle şeklinde ‘kanıtlar’ sunmaktadır. Kürt kırımı üzerine özellikle 1990’lardan bu yana üretilen söylemler, cumhuriyet tarihi boyunca Ermeni jenosidi üzerine üretilen ideolojik retoriği neredeyse kelimesi kelimesine tekrarlamaktadır. Fiiliyatta da öyledir. Sigmund Freud’un dediği gibi, ‘nevrotik hatırlamaz; tekrarlar.’