Ekonomik temel ile siyasal üstyapı arasındaki ilişkinin niteliği, birçok titiz araştırmanın konusu olmuştur. Ama o temelin altında bir de ‘bodrum katı’ olduğu gerçeğine çoğunlukla değinilmez. Son haftalarda Türkiye siyasal hayatını sarsan youtube muharebeleri, işte o karanlık bodrum katının yüzeye çıkışı neticesinde cereyan etmektedir. Siyasal ve sosyolojik analiz dışı bırakılmış olmaya, yeraltı dünyasından bir isyanla karşı karşıya bulunuyoruz.
Sosyal bilimciler, toplumlara bakarken ‘geçiş süreci’ kavramını da sıklıkla kullanırlar; feodalizmden kapitalizme, otoriter rejimden demokrasiye, hatta modern toplumdan post-modernizme, vb. Yeraltı dünyasının yüzeye çıkışı, orada nasıl bir geçiş sürecinin yaşandığı sorusunun yanıtlanmasını zorunlu kılıyor.
Bu bağlamda, Peker videoları ile gerçekleşmekte olan depremin temelinde (ya da bodrum katında) bir ‘eroinden kokaine geçiş sürecinin’ yattığı, ya da bu sarsıntıların önemli nedenlerinden birinin bu geçiş süreci olduğu görülüyor. Ayrıca, ‘üretim tarzı’ kavramı kadar ‘dağıtım tarzı’ kavramının da önemli bir analitik kategori olarak literatüre eklenmesi gerekiyor. Örneğin, Yalıkavak Marina’ya çökülmesi, yeni bir üretim tarzına değil ama yeni bir ‘dağıtım tarzına’ geçişin gereği olarak okunduğunda anlam kazanacaktır.
1996’da gerçekleşen Susurluk Kazası sonucu kamuoyu yeraltı dünyasının niteliği konusunda bir miktar aydınlanmıştı. Afganistan’ın güneyinde, fanatik İslamcı Taliban rejimi altında zirve yapan afyon üretimi, bu hacme uygun bir uluslararası dağıtım şebekesi ihtiyacını da beraberinde getiriyordu. Geleneksel mafya yapılanmaları, bu niceliksel patlamanın yükünü kaldırmakta zorlanacaklardı. Susurluk raporlarından anladığımız o ki bu aşamada (1990’lı yılların başından itibaren) devlet görevlileri tarafından bu alana el atılmış. Vatan-millet edebiyatı örtüsü altında ama gerçekte kolay kazanç ile gözleri parlamış aşırı sağcı militanlardan oluşan bir ‘milli şebeke’ inşa edilmiş. Bu milli şebekenin bir görevi geleneksel mafyayı seri cinayetlerle tasfiye etmek iken bir başka görevi de Balkanlar üzerinden Avrupa’ya eroin sevkiyatı, teslimatı ve dağıtımını içeren bir rota oluşturmak oldu.
Susurluk kazası, bu durumu gözler önüne sermişti. Kazanın gerçekleştiği dönemin, Kürt varlığına karşı ‘kirli savaş’ın da zirve yaptığı, Kürt köylerinin sistematik olarak boşaltıldığı, JİTEM ve benzeri cinayet şebekelerinin her gün can aldığı, ülkenin batısında da ‘hücre evi baskınları’ kisvesi altında solcu gençlerin yargısız infazlarla sistematik olarak katledildiği bir dönem olduğunu not etmek önemli.
Ama kazanın amacı, öyle anlaşılıyor ki eroin ticaretini durdurmak ya da kamuoyunu aydınlatmak değil, bu yeni organizasyonun iplerini bütünüyle devlet içindeki egemen yapılanmaya teslim etmekti. Devlet de kendini bu kazayı takip eden 28 Şubat postmodern darbesi ile belli ki bir narko-devlet olmanın gerekleri doğrultusunda yeniden yapılandırmıştı.
Ne ülkücü mafya ne de devletin diğer gayrıresmi cinayet aygıtları, Susurluk soruşturmaları sonucu bir tasfiyeye uğramadı. Daha sonra gerçekleşen Ergenekon davaları ise ne narko-devlet gerçeğini ne de kirli savaş unsurlarını adaletin karşısına çıkardı.
Post-Susurluk devlet-mafya mimarisi, yakın zamana kadar gayet iyi işliyordu. Eroin tabanlıydı. Gerektiğinde, Kürt varlığına ve sistemik muhalefete karşı savaşı tırmandırarak siyasal güç ve meşruiyet elde ediyordu. Peker videoları gösteriyor ki bu dengeler artık değişti.