Türkiye, kırımlar silsilesi içinde ortaya çıkmış bir ülkenin milletin ve devletin adı. Gerçek doğum tarihinin, 1912’de İttihatçıların Türkçülük programı ile iktidar partisi oluşu olduğu dikkate alınırsa yüz on yıllık hayatı boyunca, kurucu kırım fiilinin periyodik tekrarı üzerinden var olduğu anlaşılır. Sünni-Türk-erkek kimliğinden farklı olan her varlık, sırasıyla gayrımüslimler, Kürtler ve Aleviler bu kırımlar vasıtasıyla ya tamamen yok edilmiş ya da susturulup sindirilerek görünmez hale getirilmiştir.
Yirbirinci yüzyılla birlikte bu listeye ilaveler yapılıyor: Kadınlar, ekoloji ve şimdi de mülteciler. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması ile legalize edilmiş olan kadın kırımı (femicide), kimlik tasavvurunun cinsiyet(çi) boyutunu da tescillemiş oldu. Kadının erkek cinsiyetinin bir semptomu olmayı reddederek ‘kadın’ olarak varlığını hissettirmesi, belli ki egemen kimlik için bir doğal afet anlamına geliyor. Özellikle son yirmi yıl boyunca ülkenin doğal dokusunu hedef alan kapsamlı ve sistematik saldırının ise bir ekokırıma dönüşmüş olduğu, kısa bir zaman dilimi içinde birbiri ardına yaşamakta olduğumuz yangın ve sel felaketleriyle hissedilir hale geliyor.
Ekolojik felaket, pandemi koşulları üzerine siyasal iktidarın basiretsizliğinden beslenen ekonomik kriz atmosferi içinde yaşanıyor. Bir kıyamet algısı giderek yayılıyor. Ünlü oyun yazarı Arthur Miller, hoşgörüsüzlüğün bu koşullar altında yükselişe geçtiğine şöyle işaret etmişti: “Hoşgörüsüzlük dalgalanmaları, genellikle önceden bir sosyal dislokasyonun olduğu yerde ortaya çıkar. Sağlıklı bir toplumda değil, hasta ve çaresi kalmamış, nereye bakacağını bilmeyen bir toplumda ortaya çıkar. İşte o zaman demagog ayağa kalkar ve belirsiz çevrelerden belirsiz tehlikeler uyandırmaya başlar.”
Demagogların parmağı, içinde bulunduğumuz felaket atmosferinin sorumlusu olarak Suriyeli ve Afgan mültecileri gösteriyor. Ve demagoji, siyasetin marjinlerinde değil tam merkezinde, ana-muhalefet partisi CHP’nin genel başkanının nutuklarıyla yayılıyor. Ardından, daha önce 6/7 Eylül’de, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta tanık olduğumuz özel harp senaryosu yeniden hayata geçiriliyor. Kamyonlar dolusu, çoğu sabıkalı şahıslardan oluşan bir faşist çete Ankara’nın Altındağ semtine indiriliyor. ‘Halktan’ aldıkları destekle güçleniyor. Polis tarafından kendilerine yol açılıyor, refakat ediliyor. Suriyelilerin dükkanları tahrip ediliyor, yağmalanıyor.
Iktidar ve muhalefet, böylelikle birleşiyor; kaynaşmış bir kitle haline geliyor. Türk kimliği, hamurundaki kırım içgüdüsünü icra etmek suretiyle güç kazanıyor. Kendini tekrar ederek sürekli yeniden doğuyor.
Böyle giderse mülteci kırımı ülke sathına yayılacak. Mülteci aileler kendilerini evlerine kitleyecek, gece ışık yakmaya korkacak, evlerine dükkanlarına en büyük boy Türk bayrakları asarak canlarını, mallarını kurtarmayı umacak. Belki bir kısmı Türkiye’den kaçacak.
Bize benzemeyen her şeyi yok edip üzerine beton dökünce ekmeğin, toplutaşımın, elektriğin ya da doğalgazın fiyatı düşmeyecek. Ne ekonomik durumumuz düzelecek ne de temel hak ve özgürlüklerimiz artacak. Mültecileri yok ederek toplumsal dislokasyonların tedavi olmayacağını herkes biliyor. Ama belli ki güçsüz ve korumasız olanı ezmekten alınacak keyifin cazibesine dayanılamıyor. Benzer bir durum karşısında Jean Paul Sartre, ‘Fransa bir zamanlar bir ülkenin adıydı artık bir akıl hastalığının adı’ demişti. Doğru söylemiş; ama eksik söylemiş.