Taliban’ın Kabil’e girişi ve sonrasında özellikle havaalanında yaşananlar, Türkiye’nin olduğu kadar Batı basını ve kamuoyunun da gündeminde yer almaya devam ederken Erdoğan yönetimi ile Taliban arasında diyalog ve pazarlık da hararet kazanıyor.
Türkiye’de siyasal iktidarın Taliban’a el vermesi, laiklik/İslamcılık fay hattı üzerinde yeni bir kutuplaşmayı tetiklemiş görünüyor. Özellikle Erdoğan’ın ‘Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yok’ ifadesi büyük tepki topladı. Oysa dikkatli bir gözlemci, bu ifadede Erdoğan’ın beyanları arasında ender rastlanan bir doğruluk derecesi bulacaktır. Taliban, AKP’nin kadim Ortadoğu müttefikleri olan cihatçı çetelerle ve hatta Müslüman Kardeşler’le (İhvan) bile kıyaslandığında Türkiye’deki egemen inanç sistemine çok daha yakındır.
Selefi cihatçıların ve Sünni birliği idealiyle hareket eden İhvan’ın aksine, Afganistan nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Peştun ve Tacik etnisitelerinin neredeyse tamamı yalnızca Sünni olmakla kalmayıp aynı zamanda Hanefi mezhebine mensuptur. Türkiye nüfusunun çoğunluğu da böyledir ya da en azından eski nüfus kağıtlarının mezhep hanesinde neredeyse istisnasız ‘Hanefi’ kelimesi okunur. Bu, 20. yüzyılın başlarında İttihatçıların iktidara gelişinden beri böyledir. Halklar arasındaki bu ‘mezhep birliği’, daha dar anlamda AKP ile Taliban arasında her ikisinin de Nakşibendi kökenli olmaları hasebiyle ‘tarikat birliği’ olarak da görülür. İnanç, mezhep, tarikat üçlemesi üzerinden devam edildiğinde, Taliban’ın Selefi düşünce ve pratiklerden de etkilendiği, AKP’nin de Selefi cihatçılarla özellikle Suriye ve Libya’da içli dışlı olduğu biliniyor. İşte Erdoğan’ın inanç birliği ifadesi, bu nedenlerle önemli oranda gerçeklik barındırıyor. Erdoğan ve efradının, Arap baharından bu yana Türkiye’de hilafetin restorasyonu yanında Ortadoğu’da İslamcıların hamisi olma projesi içinde hareket ettikleri görüldü. Dilipak ve Tanrıverdi gibi şahısların beyanları belli ki yol gösterici oluyordu. Ama Mısır’da Sisi darbesi ile birlikte bu hayaller birbiri ardına söndü ve rafa kaldırıldı. Suudi/BAE bloku, Ortadoğu’yu Erdoğan’a kaptırmadı. Ayasofya’nın camileştirilmesi de durumu kurtarmaya yetmedi. Türkiye’nin Ortadoğu üzerindeki siyasal ve kültürel hegemonya arayışı sekteye uğradı. Moda tabirle yalnızca sert güç olarak değil, ‘yumuşak güç’ olarak da oldukça geriledi. Abdülhamid’den İttihatçılara miras kalan hilafetin restorasyonu projesinin Ortadoğu ayağı, 1920’li yıllara gelindiğinde Vahabi/Selefi itirazı sonucu çökmüştü. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde benzer bir çöküş tekrarlanmış oluyor. İşte Taliban’ın Kabil’e yürüyüşü, bu gerileme atmosferi içinde belli ki yeni bir umut kapısı açmış bulunuyor. AKP, Taliban üzerinde hakimiyet kurabilirse, İslam birliği projesinin Asya kanadını canlandırabileceğini düşünüyor. Üstelik Orta Asya coğrafyası, geçmişte olduğu üzere pan-İslamist ideoloji ile pan-Türkist ideolojinin iç içe geçmesine de müsait. Post-Abdülhamid İttihatçılığın ideal alanı. Bu nedenle de, yalnızca Erdoğan’ın halifelik hevesine değil, Türk milliyetçiliğinin Turan idealleriyle flörte de müsait.
Fanatik İslamcı vahşet ihtimali karşısında tüyleri ürperiyor da olsa laikçi muhalefetten Taliban’ın Afgan hükümeti olarak tanınmaması yönünde herhangi bir talebin görülmemiş oluşu işte bu Türkçü/İttihatçı damarın gıdıklanmasının bir sonucu olarak okunmalı. Şu anda Türkiye’de yalnızca HDP açıkça Taliban’ı meşru bir rejim olarak kabul etmeyeceklerini duyurdu. IŞİD karşısında olduğu gibi Afganistan coğrafyası için de İslamcı faşizme karşı tek doğru ve kararlı duruş yine HDP çizgisinden geliyor.
(Hevesler’in ikinci bölümü, havalimanı kontrolü hevesi ile bir narko-devletler birliği hayali arasındaki bağlantı üzerinde odaklanacak.)