Geçtiğimiz gün yapılan 1. Su Şurası’nın sonuç bildirgesinde iklim krizinin ardına saklanarak tüm su varlığının dağıtımı ve ‘yönetimi’nin merkeze alınmaya çalışıldığı ve su varlığının bütününün ticarileşmesi için ön hazırlıklar yapılıyor.
Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, nisan ayında çalışmaları başlanan su şurası ile ilgili açıklamalarda bulunmuş ve şuranın ekim ayında toplanacağını belirtmişti. Pakdemirli, Cumhuriyet tarihinin ilk su şurası kapsamında 11 çalışma grubunda 32 özel sektör ile su kullanıcılarını da kapsayan toplam 1631 katılımcının fikir ve önerilerini sunduğunu aktarmıştı.
Pakdemirli, “Su Şurası, suyun tek elden yönetimini hedefleyen önemli bir platformdur. Tek elden yönetim hedefine ulaşmak için çıkartılması planlanan Su Yasası’nın temeli tüm paydaşların ortak aklıyla oluşturulacaktır” sözleriyle suyun korunması değil, tamamen ticarileştirilmesi için son büyük bir adıma işaret ediyor. Bu adımla kentlerde suyun dağıtımının belediye hizmeti olmaktan çıkarılmak istendiğini de görmek mümkün. AKP’li Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan ise şurada yaptığı konuşmada, “Su kaynaklarımızı tükenme sınırına ulaşmadan korumak, verimli kullanmak ve doğru yönetmek artık tercih olmaktan çıkıp zorunluluk haline gelmiştir” sözlerinde ‘zorunluluk’ vurgusu yaparken, “Sulamaya açılan alanlardan yılda 60 milyar lira zirai gelir artışı sağlayarak hem üreticimize hem de ekonomimize önemli bir kazanç temin ettik” ifadelerinin ise çiftçinin haberinin olmaması dikkat çekiciydi.
Erdoğan’ın okuduğu sonuç bildirgesinde yer alan, “Yerli ve temiz enerji kaynaklarımızı harekete geçirmek için 589 adet hidroelektrik santralini (HES) hizmete aldık” sözleri ise suların hangi amaçla bentler ardına toplandığının bir itirafı gibiydi. Erdoğan konuşmasında, “Şimdi suyun geleceğini planlıyor, yol haritamızı oluşturuyoruz” sözleri ve “Sürdürülebilir su hizmetleri sağlanabilmesi amacıyla 2023 yılından itibaren tam maliyet esaslı su ve atık su fiyatlandırmasıyla ilgili çalışmalara başlanacaktır” ifadeleri ise birçok ipucu barındırıyor.
Erdoğan’ın, “Su yönetiminde parçalı yapıyı giderecek, mevcut hukuki yapıdaki boşlukları ortadan kaldıracak, Avrupa Birliği çevre ve iklim değişikliği faslında yer alan su kalitesine ilişkin mevzuata uyum sağlayacak nitelikte bir Su Kanunu yürürlüğe konulacaktır… Yeraltı barajları ve yeraltı suyu suni besleme yapılarının planlanması ve ivedilikle tamamlanması sağlanacaktır” sözlerinden ise su üzerinde kapitalist sürecin bir parçası olarak hareket edildiği görülürken, Kıbrıs’a taşınan suyu Türkiye’den bir şirket yönetecek baskısı Türkiye’de süren hazırlıkları anlamamıza yardımcı oluyor.
Erdoğan’ın AB mevzuatı vurgusu AB Su Çerçeve Direktifi’dir. Bu direktif, AB’de 2000 yılında kabul edilmiş ve 2006 yılında yürürlüğe girmişti. AB Su Çerçeve Direktifi’nde ve hazırlanan Su Kanunu Tasarısı’nda suyun sürdürülebilir biçimde korunması yaklaşımı, suyun doğal varlığını tüm ekosistem için değil, kapitalizmin birikimine bağlanmasını içermektedir. Şişe sularına mahkûm edildiğimiz bu dönemde suyun tamamen sermaye eline verilme süreci işletilmektedir. AB Su Çerçeve Direktifi’nin en önemli yaklaşımı “Kirleten öder” ile “Kullanan öder” yaklaşımıdır. Çıkarılmak istenen Su Kanunu’nun temel hedefi, yakın gelecekte yaşanacak ciddi su kıtlığına karşı suyun kontrol altına alınarak ve tamamen metalaştırılıp ticari değeri yükseltilerek, kapitalizmin büyüme sürecinde sermayenin en önemli “birikim” kaynağı olarak görülmesidir. Şuraya iyi niyetle destek verenlerin “Yetmez ama evet” pişmanlığına benzer bir sonuçla karşılaşmaları ise muhakkak.