Elbette mesele esas olarak diplomatik ustalık meselesi değil. Büyükelçiler devletlerinden aldıkları talimatı yerine getirirken, “öngörülemez Erdoğan’ın” kriz çıkartmak amacıyla böyle akıl almaz bir karar alacağını tahmin bile etmediler. Çünkü bu karar öyle bir karardı ki, eğer uygulansaydı Türkiye bir daha belini yirmi otuz yıl doğrultamayacak hale gelirdi
Büyükelçiler krizi “tatlıya” mı bağlandı, yoksa AKP’nin hepten şirazeden çıkmamış olanlarıyla, Dışişlerinin kulağı kesikleri ABD ve diğerleriyle birlikte Erdoğan’ı “nezaketle” mi hizaya getirdi?
Büyükelçilerin yayınladıkları son “not”, ikinci ihtimali ihtimal olmaktan çıkarıyor. Durum tastamam böyle.
Erdoğan “monşer” diyor ya… İşte bu monşerler papyon kravatları, rugan iskarpinleri, kelebek gözlükleri, matruş suratları ya da keçi sakallarıyla ortak bir diplomatik Zati Sungur seansı yaptılar. Tek seyirci Erdoğan.
Tıpkı “beni padişah yapmazsanız kendimi onuncu kattan aşağıya atacağım” diyen deliyi, “tamam seni padişah yaptık” dedikten sonra, “şimdi Allah rızası için onuncu kattan dokuzuncu kata ÇIKAR MISINIZ?” diye diye İNDİRMEK taktiği gibi bir şey oldu.
Erdoğan on elçiyi sınır dışı etme emri verince, henüz aklını yitirmeyenlerin aklı şeyine karıştı. İlk defa (ileride yargılanırken yapacakları savunma hazırlığı babında) “Başkanımızın talimatıyla şunu bunu yaptık” demek yerine paçaları sıvadılar. Erdoğan’a talimatını geri alması için bin dereden su getirdiler. Ama reis Nuh diyor peygamber demiyordu. Sonunda “indirmenin” yolunu buldular. Bu yol Elçilerin “yanlış yaptık kusura bakmayın” anlamına gelecek “özür” kelimesinin yerine “teyit” kelimesini koymaktan ibaretti. Öyle yaptılar.
Elçiler “Viyana sözleşmesinin 41. Maddesine riayet etmeyi TEYİT” ettiler. “Bildiri yayınlayarak 41. Maddeyi REDDETMİŞTİK, Asrın liderinin kararından sonra KABUL ediyoruz” demediler. “Bu maddede yazılanları bir kere daha TEYİT ettik, yani doğruladık, geçerliliğini yineledik” dediler.
Diplomasinin çetrefilli dilini Türkçe’ye çevirirsek dedikleri şu: 41. Madde geçerlidir.
Eee… Ne anladık biz bu işten. Geçerli olan maddenin geçerli olduğunu bir kere daha teyit etmek, diplomasinin kafasındaki silindir şapkadan tavşan çıkarması gibi bir illüzyondur.
Erdoğan bu on sihirbazın şapkasından çıkanı sahici tavşan sandı. Ve “bugün Büyükelçiliklerden yapılan açıklamayla yanlışlıklarından geri dönmüşlerdir” deyiverdi.
Nasıl döndüler? “Bildiri yayınlamamız yanlış oldu” mu dediler? “Bir daha bildiri yayınlamayacağız” diyerek özür mü dilediler? Hayır. Bildiriyi yazdıkları sırada da “geçerli” olduğunu bildikleri anlaşmanın 41. Maddesinin bugün de geçerli olduğunu “teyit” ettiler.
Buna diplomasi dilinde “konuşurken konuşmamak” deniyor. Diplomatın ustalığı da konuşmadığı halde konuştuğuna karşısındakini ikna etmesiyle ölçülüyor.
On ülke elçileri “geri adım” atmadı. Erdoğan’a geri adım diplomasinin “nezaketten öldürme” taktiğiyle attırıldı. “Persona non grata” masalı bitti.
Elbette mesele esas olarak diplomatik ustalık meselesi değil. Büyükelçiler devletlerinden aldıkları talimatı yerine getirirken, “öngörülemez Erdoğan’ın” kriz çıkartmak amacıyla böyle akıl almaz bir karar alacağını tahmin bile etmediler. Çünkü bu karar öyle bir karardı ki, eğer uygulansaydı Türkiye bir daha belini yirmi otuz yıl doğrultamayacak hale gelirdi. Bu ise on elçiliğin devletleri bakımından asla istenir bir sonuç değildi. Erdoğan sonrasında yine NATO’nun önemli bir üyesi olarak işlerine yarayacak olan Türkiye’yi yıkmak istediklerini düşünmek, bu devletlerin aklıyla alay etmektir.
O nedenle Erdoğan’ın beklemedikleri ve Türk devlet aygıtının da bu defa onaylayamadığı bu krizden “hoş konuşup boş konuşarak” çıkış yolunu buldular. Erdoğan sanki bu elçiler sözleşmenin 41. Maddesini ilga etmiş de şimdi nihayet geçerliliğini kabul etmiş diye anladı ve “zafer kazandım” diyerek yerine oturdu.
Bu satırları yazdığım sırada bir yandan da medyayı izliyordum. Ahval’de şu haber geç saatte yer aldı: “ABD Dışişleri sözcüsü Ned Price pazartesi günü büyükelçiliklerden yapılan açıklamanın sadece Viyana Sözleşmesi’nin 41 Maddesiyle ilgili duruma açıklık getirmek için yapıldığını söyledi.”
Tereddüde yer yok. Ortada “özür” de yok. Dilemezler. Çünkü bu devletler Türkiye’nin “iç işini” aynı zamanda Avrupa Konseyi’nin “iç işi” olarak görürler. Kavala da Demirtaş da Öcalan da, insan hakları çiğnenen bütün insanlar da Avrupa Konseyi’nin iç işidir.
Çünkü bu on devletin çoğunluğu Türkiye ile “aynı aile” içindedir. Ailenin meclisi Avrupa Konseyi’dir. Mahkemesi AİHM’dir. Türkiye onlarla birlikte AK’nin kurucu üyesidir. AİHM’de kendi yargıcı vardır. Erdoğan’ın önerdiği o yargıç başka ülkeleri yargılamakta, onların “iç işlerine” karışmaktadır. Konsey’in kurallarını bu devletlerle birlikte Türkiye ortak yazmıştır. “Türkiye de dahil, hepimiz bu kurallara uyacağız, uymayanı uyduracağız, uymamakta ısrar edeni aileden kovacağız” denmiştir. Erdoğan uymuyor. Az sonra Konsey’de Türkiye hakkında kararlar alınacaktır. “İç işimiz” mi diyeceksiniz?
Ne “iç işi”?
Türkiye “aileden” olmasa bile “aile dostu” Esad’ın iç işlerine karışmıyor mu? Ne kelime! Karışıyor. Hem de, öyle Büyükelçisinin “bildirisiyle” filan değil, silahla, toprak işgaliyle karışıyor.
Karışana karışırlar hemşerim.