“8 saat mesai, 8 saat uyku, 8 saat de ne istersek” sloganıyla 1856 1 Mayıs’ında, Melbourne inşaat işçilerinin iş bırakma eylemi ile 1 Mayıs’ın tarihi başlamış oldu. Eylemin kitleselliği ve mücadeleye kattığı coşku, sonraki yıllarda dünyanın her yerinde 1 Mayıs’ların benzer sloganlarla kutlanmasını getirdi. Fakat 1 Mayıs’ı tarihselleştiren asıl olay, 1886 yılı, 1 Mayıs’ında başlayan eylemliğin, ABD hükümeti tarafından Haymarket komplosu/katliamına dönüştürülmesi ile ABD işçi sınıfı önderleri idam edildi. Engels’in öncülüğünde toplanan II. Enternasyonal’in 1889’da aldığı kararla 1 Mayıs dünya emekçilerinin mücadele günü oldu.
Son yıllarda sendikaların güçsüzleşmesi ve işçi hareketlerindeki göreceli gerileme nedeniyle “eski sınıf ayrımlarının ortadan kalktığı” sıkça ileri sürülüyor. Sosyalist siyasette ve emek örgütlenmesindeki dağınıklık işçi sınıfının belirleyici sınıf olma özelliğine yönelik eleştirel fikirleri daha öne çıkarıyor. Emekçilerinin öz örgütlerinde ve siyasi üst yapısında bir gerileme olduğu aşikâr ama AKP-MHP’nin sermaye sınıfının ihtiyaçlarına uygun olarak restore ettiği diktatörlüğe baktığımızda sınıfların hiç de rolünün değişmediğini sadece emekçilerin örgütlü güç olarak mevzi kaybettiği söylenebilir. AKP’nin 19 yıllık ceberut iktidarını emek örgütlerini etkisizleştirmedeki çabasına, özellikle 15 Temmuz sonrası hak mücadelesi veren işçilere ve özgürlük mücadelesi veren Kürtlere karşı faşist tutumu karşılığında sermayeden aldığı desteğe borçlu.
TÜSİAD sermayesini rahatsız eden şey; ne demokrasi yokluğu, ne de Anayasa’nın ortadan kaldırılmış olması; onların tek kaygısı Saray Rejimi’nin “Beşli Çete” benzeri yeni sermaye gruplarını geliştirmiş olması. TÜSİAD grubu hissettiği bu rahatsızlığı emekçilerin susturulması, sermaye karşıtı siyasetlerin baskılanması ve yüksek karlılık oranları karşılığında hemen unutuveriyor. RTE’nin yerli ve yabancı sermayeye hitaben; “OHAL’den istifade ederek anında bütün grevlere müdahale ediyoruz, biz sizin için çalışıyoruz, daha ne istiyorsunuz yaaa!” sözleri Saray Rejimi’nin sermaye sınıfı için bulunmaz bir nimet olduğunu kanıtlıyor.
Teknolojinin gelişimi üretimi büyük fabrikalardan daha geniş sahaya yayarak işçilerin bir arada olma avantajını azaltırken, gelişen dijital denetleme aygıtları emeğin köleleştirilmesinde sermayeye büyük olanaklar sunuyor. Büyüyen hizmet sektörü işçi sayılarını azaltmak bir yana daha büyük kitleleri örgütsüz, güvencesiz işgücü olarak çalışmaya dâhil etti. Fabrikalarda örgütlü işçilerin azaldığı, sahaya yayılmış örgütsüz emekçilerin büyüdüğü zor günleri yaşıyoruz. İşçi örgütlerinin zayıflaması, ırkçılık, şovenizm, yolsuzluk, hırsızlık ve toplumsal çürüme ortamını besliyor. 12 Eylül faşist darbesi sonrası “artık gülme sırası bizde” diyen TİSK Başkanı gibi Saray Rejimi sayesinde sermaye sınıfı çok mutlu.
Doğasını savunan köylü karşısında maden şirketinin direktifleriyle hareket eden jandarmayı, Bimeks-PTT –Sinbo-Baldur-Migros depo-Ermenek maden-Yemeksepeti ve birçok irili ufaklı direnişlerde işçiler karşılarında polisi buluyor. Saray propagandacısı F. Altun’un “hep işçinin yanında olduk” mesajında doğruluk payı var. İşçinin eylemine binlerce polis göndererek, Kod-29 ile işçileri açlığa mahkûm ederek, sendikalaşmayı engelleyerek, grevleri yasaklayarak, sahte sendikalar kurarak işçileri hiç yalnız bırakmadılar!
Değişen koşullar, değişmeyen sömürü sistemine karşı kapitalizmi temize çıkaran, ona ideolojik destekler sunan bir duruş sergilemek yerine, yeni örgütlenme modelleri geliştirmek ve yeniden ayağa kalkış için çaba sarf etmek isabetli olacaktır. Örgütsüz ve bilinçsiz toplumda ne işçilerin kurtuluşu, ne Kürtlerin, ne de kadınların kurtuluşu mümkün değildir.