Ortadoğu halkları olarak, umut etmekle birleştiren bir romantikleştirme hallerini yaratmayı çok severiz. Doğrusu, uzun yıllar süren savaşların sonucu olan çatışmalı süreçler, belki de bunca acının içinde bir yerde anın güzelliği yaşanması açısından, ya da ruhsal iklimi az da olsa iyi tutmak amacı taşıdığı açıktır. Yıllar önce Suriye’deki savaşın sonucunda yıkılan, insandan boşalmış harabe evlerin, sokakların ortasında bir kadın, evinin balkonunda oturmuş patates soymaktaydı. Doğrusu fotoğrafa ilk başta bakanlar savaşın yarattığı yıkımı görürken, ikinci kez bakınca umudu gördüğünü bir serap gibi düşlüyordu. Hâlbuki bu bir romantizmin etkisiydi, var olan romantizm bir yerde realitenin kendisinden de uzaklaştırmaktadır, zira hâlâ savaş sürmekte ve yıkımın günbegün arttığı açıktı.
Salgınla beraber herkesin diline pelesenk olan cümle: “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” idi. Sonra ise meseleyi anlamak adına düşünen insanlar, ortaya atılan komplo teorileri derken, kapanan okullar, kafeler, alışveriş merkezleri falan bütünüyle artık yaşam yavaş yavaş bir tedbirler cenderesine alındı. Sonrasında bunun sonucunda açıkça değişen hayatları gördük, meselemiz açısından ele alırsak; kentlerden köylere göç etmeye başlayan insanlar…
Doğrusu tam da burada bir kaçış halinin sonucu, kentlerde var olan döngüde alışveriş merkezlerinden, plazalardan başka bir mekân görmemiş insanların bir ihtiyaç fetişizmi köleliğine dayalı çalışması karşılığında -tüketici- konumuna taşınmış bireylerin dönüşüydü bu. Haliyle tüketici hastalığına yakalanmış bireylerin, tüketen hallerini de kendileriyle birlikte getirmişlerdi. Ve elbette göçten sebeple, Kovid-19 yayıldı, köylerde salgın vakaları arttı, köyler karantina altına alınmaya başladı.
Fakat en kötüsü tüketen hastalıklı birey-ler…
Kentlerde, 7/24 güvenlikli siteleri bırakıp, köylere gelenler, betondan evlerini de sırtlayıp, köylere geldiklerinde baba mirası tarlalara 3+1 betondan evler inşa etmeye giriştiler. Fakat şöyle bir sorun vardı, büyükler çocukları ikna edemeyince odaları doldurmak dahi zor olmuştu. Temiz hava, mavi gökyüzü, toprak kokusu derken, hormonsuz, organik sebze, meyve falan güzel bir köy yaşamı romantizminden ötürü olacak ki, erkenden ekim-hasat işlerine girişmelerini hızlandırdı. Oysaki tam da burada hastalık halleri yine nüksedince tarlaya atılan ithal tohum, ilaçlarla birleşince doğal üretim yaptıklarını ve bunları tüketeceği hayallerini kurmaya başladılar.
Bayramlarda gönderilen kartlarda kar yağmış bir köy, yanan soba ateşi ve pişen yemek fotoğraflarından romantizmi yaşayanlar köylere geldikleri gibi, sobayı yakmak için dağda, bayırda hangi ağacı bulsalar kestiler.
Evet, mesele romantizm; elbette bunlar bireysel olarak yaşananlar, bir bütünüyle hakikati ifade etmez, fakat önümüzde duran bir gerçeklik. Ve “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” demiştik. Belki de sorun bir anlamda budur, zira yenisinin ne olacağını tartış-a-madık. Ciltler dolusu sorgulamalar, çözümlemeler sürerken yeni bir zihniyetin ortaya konulmasında, bir pratikleşmeyi yaratamama hali var.
Oysaki var olan itiraz, yenisini inşa edecek zihniyetin ve kurumlaşmasının gücünü yaratabilmekle orantılı olduğu açık. Hal buyken yenisini yaratamamanın sonucunda, her seferinde sıkıştıkça, maskesini değiştiren bir kapitalizmin yeni yüzü ve yeni vahşet düzeni ile yaratacağı sonuçlarla baş başa kalacağımız açıktır. Kısacası yaşam ve ölüm arasında ince bir çizgideyiz.
Ve son olarak Selim Temo; Ah Tamara adlı şiirinde, yaşam ve ölüm düalitesini şu dizelerle konu etmişti:
Yaşam ve ölüm
İki hasım şimdi
İki şüpheli şahıs
Her an birisindir
Her an ikisi.